Çökertmeden çıktım Halilim aman başım dumanlı. Nerden nereye. Hiç aklıma gelmezdi bir paralellik olacağı, nasıl mı;
Reji idaresinden de kısaca bahsederek başlamamız gerek. 1883 yılında Düyun-u Umumiye Komisyonu tütün tekelini özel bir Alman-Fransız Reji şirketine verdi.Şirket Komisyona her yıl 75 Milyon Kuruş ödeyecekti. Reji idaresinin sahibi yine Rothchild ailesi idi. Bu idare tütün eken Türk çiftçisinin emeğinin karşılığını vermeden elinden zorla alarak tütün tarımını ele geçirmiş ve buradan ekmek yiyen birçok insanı çok zor durumda bırakmıştır. Özel KOLCU birlikleri ile imparatorluk içinde imparatorluk kurulmuştu..1883’ten 4 Mart 1925 yılına kadar 42 yıl boyunca tütün üreticisinin korkulu rüyası olan bu şirket kendisini dinlemeyenlerin korkulu rüyası olmuştur. Reji şirketinde çalışanlar çok yüksek maaşlar almakta idi. Bu paraları ise Osmanlı ödemekte idi. Reji bu zorbalık için Kolcu’lar oluşturmuş ve bunlara çok yüksek maaşlar vermiştir. Elindeki tütünü rejiye vermeyip kaçak satmaya kalkan köylülere ve bunlara yardımcı olanlara, en modern silahlarla donatılmış ve katil ve eşkiyalardan seçilen bu kolcular her yıl bin’e (Ortalama 40 bin olduğu söylenir)yakın insan öldürmekte idi. Bodrum yöresinde tütünü İstanköy’de sattıran köylülere kaçakçılık yaparak destek olan Halil Efe’nin kolcular tarafından yakalanarak acımasızca öldürülmesi üzerine Bodrum halkı yasa bürünmüştür.
“Çökertmeden çıktım halilim aman başım dumanlı” işte bu türkü ağıt olarak, kolcular tarafından tuzağa düşürülerek öldürülen Halil efe için yazılmıştır.
Karaköy iskelesinde simitçiler vardır. Meşhur olmalarının gerekçesi fırının yakın olması nedeniyle sıcak simit bulunmasıdır. Öşletin çıkıp Ramazan’ın büfesinde bi çayla gayet keyifli olurdu simit. Karşıya bakarsın Galata köprüsü oluk oluk insan araç kalabalığı. Yeni cami de burdayım der. Süleymaniye el sallar sana, Ayasofya asıl ben burdayım diye seslenir adeta.Aklına gelir Bizans, Ayasofya, Hipodrom, Venedik San Marco meydanına kaçırılmış atlarıyla Hipodrom ve Bizans sarayı. Bi bakalım Bizans ta durumlar nasıl;
Latinler Andronikos’un hükümeti zamanında İstanbul’dan uzak kaldılar. Ancak İmparator İsaakios Angelos (1185-1203) zamanında İstanbul ile olan ilişkilerini yinelemek arzusunu gösterdiler.(1192). Bizanslılar, Bulgarlar ve Ulahlarla savaştıkları zamanlarda Cenevizliler ve Pizalılar eski imtiyazlarını tekrar elde etmeyi başarmışlardır. Böylece eski çarşı ve iskelelerini almışlardır.
1198 yılında , yani III. Aleksios hükümeti, kardeşi İsaakios’dan aldığının 3. Senesi, korsanlıkların artması üzerine, Bizanslılarla Cenevizliler arasında ihtilaf ve kent içerisinde karışıklıklar olsa da İmparator eski anlaşmaları uygulamaya koymuştur.(1199)
Cenevizliler III. Aleksios ile iyi geçinerek imtiyazlarını düzeltmeye uğraşırken, İstanbul’da Latinlerle Rumlar arasındaki kargaşa devam etmekte ve Cenevizlilerin atakları sonuçsuz kalmaktaydı. O sırada (1202) tarihinde İsaakios Angelos’un gözleri oyularak oğlu ile birlikte hapse atılmıştır. Oğlu olan IV. Aleksios Hapisten kaçarak Almanya ve İtalya’ya başvurarak Haçlıları İstanbul üzerine çevirmeye ve birçok teklifte bulunarak babasının tekrar tahta geçirmeye çalışmıştır.
Venedik Doj’u Enrico Dandolo İstanbul üzerine yürüdü, İstanbul zaptedildi. Kentin birçok yerleri yakılarak hapisteki İsaaikos Angelos oğlu IV. Aleksios ile birlikte tahta çıkarıldı. III. Aleksios kentten kaçtı. Latinler vaadi nedeniyle İsaakios’dan çok şeyler bekliyorlardı. Halk ise İsaakios ve oğlunun düşmanla ittifakı nedeniyle nefret ediyorlardı. Sonunda bir ihtilal oldu ve Aleksios Dukas Murzuphle, İsaakios ve oğlu IV. Aleksios’u öldürerek tahta çıktı. Himaye ettikleri İmparatorla oğlunun ölümü üzerine Venedikliler tarafından teşvik edilen Latinler İstanbul’u kuşattılar. Bir süre devam eden çatışmalardan sonra Latinler 8 Nisan 1204 yılında İstanbul’u zaptettiler ve Flandre kontu Baudoin’i imparator olarak atadılar.
İşte 56 sene cıvarında süren Bizans Latin İmparatorluğu bu şekilde başladı.
Latinlerin İstanbul’u fethi üzerine Latin kolonilerinin ticari durumları ve politikaları doğal olarak değişti. Hatta birçok Emirler ve Beyler bir kısım yerleri alarak Bizans ülkesine bağlı Prenslikler kurdular. İmparatorun nüfuzu bu durum nedeniyle Bizanslıların entrikalarına maruz kalmaya hazır durumdaydı.
Venedikliler kentlere ve sahillere yerleşiyorlar, böylece Venedik ticaretine kaynak sağlamakla uğraşıyorlardı. Fakat sürekli devam eden mezhep çatışmaları ve ihtilaller Rum Kilisesinin İmparatorun idaresi altına geçmesine olanak sağlayamıyordu.
Diğer taraftan İznik’e çekilen Rum İmparatoru Theodoros Laskaris iktidarını burada sürdürüyor ve sürekli olarak Latinleri rahatsız ediyordu
Latinlerle İznik hükümeti arasında çeşitli çatışmalar oldu.Rumların tüm emelleri eski Bizans İmparatorluğunu kurmak ve İstanbul’u Latinlerin elinden kurtarmak olması nedeniyle, şehir halkı da İznik hükümetine yardımdan geri kalmıyordu.Sonunda İznik’de iktidarda olan XIII.Mikhail Palaiogolos 1260 yılında ordusunu, Strategopoulos kumandasında İstanbul önüne gönderdi ve İstanbul’u kuşattı.
Kuşatma öncelikle Galata şimdiki Karaköy Kurşunlu Mahzen önlerinden başladı. Bu yöre Venediklilerin denetiminde ve galata kalesi olan şimdi olmayan Karaköy’de idi. Galata o zamanlar ufak bir alandı. İstanbul yönünün darlığı nedeniyle Venedik ve latinler bu alanda yerleşmişlerdi. Frenk-Venedikli fethi sırasında tarafsız kalan Cenevizliler Mikhail’in başarı olasılığını düşünerek, elde etmiş oldukları menfaatleri kaybetmek korkusuyla , İznik İmparatoru ile gizli bir anlaşma yaptılar. 13 Mayıs 1261 tarihinde aktedilen bu anlaşma gereği, İstanbul’u tekrar zaptedip Bizans-Rum Kayzerliğini kurması için kendisine yardımları karşılığında, İmparator siyasi ve ekonomik menfaatler temin edecek ve bir çok imtiyazlar alacaklardı.
İmparatorun vaatleri; yerleşmelerine ayrılacak birçok arazi, saraylar, kiliseler, özellikle Venediklilerin “Sainte Marie” kilisesi.
Çatışmalar her taraftan devam ettiği sırada Rumlar, Latinlerin zayıf duruma düştüklerini kanaat getirir getirmez hemen kapıları açtılar ve Mikhail’in askerleri 25 Temmuz 1261 günü şehre girdiler.İmparator’da yirmi gün sonra, yani 14.Ağustos günü şehre girerek ecdadının tahtına oturdu.Bu olayla sırasında Pizalılar da Cenevizliler gibi geleceği düşünüp hiçbir şeye karışmamışlar, Venediklilere yardım etmemişlerdir.Pizalılar kendi çarşı ve hanlarına çekilerek sonucu beklemişlerdir.
Cenevizliler İmparatora yaptıkları yardımlar sonucu büyük imtiyazlara kavuşmuşlardır. İmparator, Cenevizlilere “Heraclea de Thracse” yi verdiği gibi, Haliç’in Kuzey kıyısında olan ve o zamana dek Bizans şehrinin 13. Dairesi denilen Galata köyünü tamamen kendilerine vermiştir.İmparator böylece ileride şehir içinde olabilecek müdahale ve olumsuzlukların önüne geçmeyi hedeflemiştir.
Tarafsız olan Pizalılar da diğer kalan Venedikliler gibi şehrin içinde kalma iznini almışlardır.
İmparator bir gün Batı’ya muhtaç olur korkusu ile Latinleri tamamen gücendirmek istemiyordu. Bunların birbirlerini çekememeleri nedeniyle aralarındaki çekişmeler, İmparatorun işine geldiğinden, güvenemediği Cenevizlilere karşı diğer cemaatlerle denge kurma politikasını izlemekteydi.
Galata’ya yerleşen Cenevizliler Cenevizliler artık küçük kentlerini sağlamlaştırmaya çalışmaya başladılar.
Mikhail ise gerek içteki sorunlar ve anlaşmazlıklar gerekse doğuda ortaya çıkan yeni düşmanlar nedeniyle, iktidarını zayıf gördüğünden Papa’nın yardımlarına doğru yönünü çevirmişti.Hatta 1273 yılında doğu ve batı kiliselerinin birleştirilmesi yönüne kadar gidilmişti. Fakat bunun akabinde İstanbul yine karıştı. Rumluk ve Latinlik sorunu birçok anlaşmazlığa neden oldu. Hatta Bizanslılarla Cenevizlilerin bile arası açıldı.
Mikhail’den sonra tahta geçen oğlu II. Anronikos Palaiologos , Roma kilisesi ile doğu kilisesinin birleştirilmesi fikrinden vazgeçmekle, Blakharnea sarayında bir Ruhbanlar meclisi toplamış ve alınan karar sonucu kiliseler birbirlerinden ilişkilerini kesmişlerdir.
Cenevizliler gerek Rumların Latinlere karşı olan husumetleri gerekse Frank, Slav ve Türk korsanlarıyla Venediklilerin günden düne artan husumetlerinden endişeye düşerek yerleştikleri Galata şehrinin savunulabilir bir hale gelmesi için bir surla çevrilmesini düşünüyorlardı.
Gerçi Venedikliler, kendi yerlerini, mahallelerini, çarşılarını ve kiliselerini işgal eden Cenevizlilere karşı kin ve garazlarını daha fazla saklayamayarak 1296 senesinde 75 gemiden oluşan ve Morosini adındaki Amiralin kumandasında olan Venedik donanması Galata önüne gelerek, Galatanın büyük bölümünü yakmıştır. Galata trafında oturan halk dağ tarafından ve Kağıthane üstlerinden alacakları eşyalarını alarak, İstanbul surları içlerine kaçmışlardır. Venedik donanması şehri yakıp yıktıktan sonra çekilmiştir. Bu olayın arkasında İstanbul tarafında bulunan Cenevizliler de bu bölgedeki Venediklileri katletmişlerdir.
Bu olay üzerine Cenevizliler Galata’nın düşmana karşı savunması için çevresini hendekle çevirmelerine karşın, imparatorun izni olmadığı için surla çeviremiyorlardı. 1303 senesinde Venediklilerle Bizanslılar arasındaki çatışma üzerine Venedik donanması İustiniani komutasında İstanbul önüne geldiği zaman Cenevizlilerin tarafsız ve daha çok Bizans yanlısı davranması sonucunda İmparatordan bir ferman aldılar. Ceneviz şehri olan Galata böylece hendekle çevrildi. Galata’lılar sınırı büyülttüler ve hendekleri genişleterek mancınık ve sapan gibi savaş araçlarıyla tahkim ettiler.
Hazır açılmışken Gümrüklere tekrar geri dönerek Sarı Çinili Rıhtım hanı daha iyi tanımamıza neden olacak Gümrüklerin dünü ve bugünü, Bizans, Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti geçişlerine kısa bir göz atmamız vacip oldu;
Dün derken; Cumhuriyetten önceki en yakın devletimiz olan Osmanlı İmparatorluğu’ndan başlamak lazım. Osmanlılar da Gümrüklerin mevcudiyeti ancak imparatorluktan sonra gözlenmeye başladı. Önemi ise meşrutiyetle öğrenildi. Bunun sebebi de (kolayca anlaşılabileceği gibi), Meşrutiyet döneminde eşitlik, hak, adalet adı altında toplumsal düzenlemeler önde gözükmekte ise de; aslında Osmanlı yurdunda alış verişte bulunan yabancılara gümrüklerde tanınan haklar ve Osmanlı’ya verilen borçların tahsilinde gümrüklerin kullanılmasıdır.
Nasıl oldu fetihten sonra Gümrüklerin düzenlenmesi;
1461 yılına ait “İstanbul ve Galata Gümrüğü Kanunnamesi”nde;
“…şimdiki halde İstanbul ve Galata gümriğin dutan fulan Dergah-ı Mu’allâma gelûb yasakname taleb etdûkleri sebebden…iş bu hûkm-i hûmayunı verdim;
1.ve buyurdum ki, Frenk’den ve Ceneviz’den gemi gelüb meta’ın gemiden taşra çıkarursa, gerek satsun, gerek satmasun, yüz akçede dört akçe gümrik alına veyahud gemiden gemiye koyacak olursa dahi yüz akçeden dört akçe alına,
7. ve bir gemi gelüb gitse deniz yüzünden onun gibiden nesne alınmaya. Ve Firenk ve sair gebran (Farsça Hıristiyan demektir) ki, haraçgüzar olmaya, onlardan yüz akçede beş akçe gümrük ala, ziyade bir akçe almaya,
şöyle bileler…”
Burada İstanbul’daki haraçgüzarların özel durumu belirtilirken; dolaylı olarak fetihin nasıl olduğu da anlatılıyordu.
6.madde de o günlerin İstanbul’unun durumunu da çok hoş anlatmakta idi.
“6.ve deniz yüzünden gelen Menavise sûcisinden (Mora adasında şarap üretim merkezinin adı- o dönemde Venediklilerin kontrolundadır) gayri ne kadar süci (şarap) gelirse, gerek içmek icün ve gerek satmak icün, taşra çıkardukdan sonra her medrede (altı okka olan kap) bir akçe gümrük ala. Amma Menuse sûcisinden evvelden olub-gelmis adet üzre her fıçıdan altmış yedi akçe gümruk ala ve liman resmi dahl olub-gelen adet üzre ala”
Diyor, Müslüman veya Hıristiyan ayrı ayrı değerlendiriliyor, yine Venediklilere imtiyaz veriyordu.
1476 yılında gümrük işleri ilerliyor ve İstanbul Gümrügi Kanunnamesi (Surut-i Gümruk-i İstanbul hükmi sureti 880-1476) yayınlanıyor. Bu kez haraçgüzar olmayan Firenk’ten (Fransa’dan gelen Fransız tüccardan) gümrük vergisi isteniyor ve şöyle deniliyordu.
“1.Şol şart ile ki; Venedik’den ve Ceneviz’den ve gayrından ki, gelûb meta-ı mezkur yerlerden taşra çıkaracak olursa, gerek satsun gerek satmasun, haraçgüzar olmayan Frenk’den ve sairi kafirlerden yüz akçede beş akçe gumruk alına.
2.Eğer gemiden gemiye koyacak olurlarsa bu vechile haraçgüzar olmayandan yüz akçede beş akçe gumruk alına ve müslimandan yüz akçede dört akçe gümrük alına”
9.maddede daha önce Mora’dan gelen şarap için her fıçıda altmışyedi akçe gümrük alınırken, bu kez “liman resmi dahi her fucıdan oniki akçe gumruk alına” hükmü ekleniyordu.
Aynı yıl “Kanunname-i Gumruk-i Gallat-ı İstanbul ve Galata” çıkarılınca, bu kez Gümrük Kanunu’na ilk cezayı konuluyordu.
“Şol şartla ki;
3.ve gemi resileri, amil desturunsuz gemilerden taşra davar ve meta çıkarmayalar ve taşradan gemilerine davar ve meta koydurmayalar. Her’kim amilden uğurlayın taşradan davar koyub ya icerüden çıkaracak olursa ki, buluna, davarların ve metaların alub, beglik edüb reisünün burnuna kıl gecürub, sehri gezdireler”
Artık Gümrük mevzuatı oluşuyor ve Devletin yönetim kanunnamelerinden sonra önemli kanunnamelerin en başında yer alıyordu. Aynı kanunnamede diğer milletler de taviz koparmaya başlıyordu.
“5.ve Müslümanlar ve Ermeniler ve Yahudiler ve gayrilar, sira vaktinde bağlarından, sire geturüp mezkur amile danışmadın arabadan indirmeyeler. Eğer arabadan indürub evlerine koyalar ki, buluna, onun gibi edenleri dutub haklarından geleler. Ve sıredan satandan ve çıkarandan her medrede (altı okka alan şarap kabı, yaklaşık 10,256 litre) bir akçede alına.”
Hoş değil mi? Yabancıları, daha doğrusu gayri müslümleri artık birlikte yaşayacağı kişiler gibi görmeye başlayınca, yani devlet imparatorluk olunca, gümrük fark edilmeye başlanmış, İslam dini gereği Müslüman tüccar ile diğerini yani (haraçgüzar) kafiri ayırmak gerektiği hususu şeriatla hükme bağlanmış ise de, imparatorluk olunca şeriata rağmen diğerleri (haraçgüzar olmayan kafir) için de gümrük kuralları oluşturulmak gerekmişti. Din bir yana, ticaret bir yana ayrılmıştı.
Sanki, Hitit’lerin Akad’lı tüccarları “Karum” dedikleri Anadolu ticaret şehirlerinde kontrol, gözetim ve vergilendirmeleri gibi, Osmanlı’da kumaş, kalay, kurşun, esir köle, tuz gibi ülke için stratejik malları da devletin hükmü altında tutarak gümrüklerde eşya giriş çıkışı düzene konulmuştu.
Fatih, ilk teşviği de uygulayan kişi biliyor musunuz? Herkesten vergi alırken “köylerde her ne satılsa, bac (vergi) yoktur” diye ferman buyurmuştu.
Önce adı yenilik, reform şeklinde anlatılsa dahi, Tanzimat, (“yeniden düzenlemeler” demekti) 3 Kasım 1939’da başlayan Gulhane Hatt-ı Humâyu’nu (veya Tanzimat Fermanı) ile başlayan bu dönem; (1876-1878 yılları arasındaki) I.Meşrutiyet, (1878-1909 yılları arasındaki) II.Abdülhamit dönemi ve (1908’den 1920’e kadar ki dönemde) II.Meşrutiyeti olmak üzere 1839’dan 1920’ye kadar devam eden dönem oldu. Eşitlik ve adalet kavramları öne sürülerek, perde arkasında yabancıların ekonomik gümrükler de, tavizleri, hakları,sahneye konuluyor, Devlet yıkılmaya, parçalanmaya sürükleniyordu.
1956 gayrimüslimler için Islahat Fermanı’nın hazırlanması,
1976 Kanun-i Esasiye’nin kabulü ve meclisin açılması,
1894-1895 hukuk, idari yapı ve mali yapının gayri müslümler için Avrupa normlarında düzenlemesi,
Özellikle Hollanda ve Fransızların etkisiyle yapılırken; Osmanlı’yı borçlandırma sonrasında bu borçların tahsilinin düzenlenmesi ve bu tahsilat için de gümrüklere yabancılara el konulmasının (Duyün-u Umumiye) bu dönemin içine saklanmış olduğu yıllar sonra anlaşılacaktı.
İstanbul’un fethiyle, Devletin muhasebe ve hesapları Bizans Devlet usülleriyle kayda alınmaya başlanırken ve daha önce Türk’e ait haplar Sultan’a ait idi. Yönetimin yeniden yapılandırılmasıyla, devlet kurumsal hale getirilerek her şey kayıt altına alınmaya başlandı. Bizans’tan öğrendikleriyle bu yöntem tanzimata kadar kopyalama ile sürüp geldi, İngilizlerle 1838 ticaret anlaşmasına kadar da böyle devam etti.
Avrupa için Osmanlı o zaman da iyi pazardı. Devletin eğitim yetersizliğinden dolayı Devletçi ekonomisi artık yeterli gelmiyordu. Osmanlı’ya Kırım Savaşı’yla birlikte borç para verilmişti, bu para da bir şekilde kazancı ile geri alınmalıydı. Kırım Savaşı ve ekonominin kötüleşmesi ile ithalatımız arttı, yerli küçük işletmelerimiz iflas etti. Osmanlı’nın en kazançlı alanları yabancıların eline geçti. (Özelleştirme ve günümüzdeki dış borçlanma ve sıcak para gibi) Borç tahsilatının yapılabileceği en kolay yer gümrüklerdi. Hazineye elini sokamayan, İngiliz ve Fransızlar bu kez Hollandalı danışmanların arkasına saklanarak gelirleri kontrol etmeye başladılar.
Borçlarımızı borçla ödüyorduk, Dolmabahçe, Yıldız ve Çırağan Sarayları’nı bu borç paralar ile, yokluk ve yoksulluk döneminde yaptık.
Bu işlerin kontrol ve gözaltında olması gerekiyordu, Gümrüklerin gelirleri kontrol altında tutulmalıydı. Tanzimat fermanı işte böyle gizli hesaplarla hazırlandı.
Her şeyi kurallara bağlanmalıydı ki, bu büyük borç tahsil edilebilmeliydi, Kanunname-i Ticaret 1850’de hazırlandı.
Ardından Islahat fermanı 1856’da hazırlandı. Maliye Nazırlığı bünyesinde 1861’de Rusumet Emirliği kuruldu.
Daha önce, Gümrük gelirleri “iltizam” veya “emanet” usulü ile toplanıyordu. İltizam usulünde gümrük idaresi açık arttırma ile 1-3 yıl süreli Mültezimlere ihale edilirken, emanet usulünde gümrük eminleri vasıtasıyla kg, baş, adet üzerinden (spesifik) belirlenen vergi tahsil edilerek, hazine hesabına alınıyordu. Mültezimlerden gelen şikayet ve alınan vergilerin kayba uğraması nedeniyle, Tanzimat Fermanı ile iltizam usulü 1840’da kaldırıldı, 1841’de yeniden konuldu, 1857’de tekrar kaldırıldı. 1959’da taşra gümrük eminlikleri, hazineden ayrılarak İstanbul Gümrük Emirliği’ne bağlandı. 1861’de Rüsamat Eminliği kurulunca tamamen emanet usulüne dönüldü. İlk rusumat Emini KANİ Paşa oldu.
Osmanlı’nın “merdiven muhasebe yöntemi” ile firmaların kârlılığı tespit edilemiyor, ne olup bittiğini yabancılar anlayamıyordu. Derhal Düyun-u Umumiye’nin önerisiyle muhasebede “çift yönlü kayıt” yöntemi getirildi. Hemen ardından 1838’de Maliye Nazırlığı teşkilatlandırıldı. Önce Maliye Bakanlığı’nda, sonra diğer Bakanlıklar da teftiş heyetleri kuruldu. Maliye’nin en önemli bölümü hazine idi, sonra gümrük gelmekte idi. Bu örgütlenme devletin işlemlerini düzenlemek ve denetlemek için gibi gösteriliyordu. Ama bu perdenin arkasından, kimin denetlenmek istenildiğini, siz kolayca anlıyorsunuz.
II.Meşrutiyet ile; 1909’da çıkarılan nizamname ile Rusumet Eminliği’nin kaldırılarak tekrar Maliye’ye bağlanması, gümrüklerde gemilerin beyanname ve manifesto vermeye başlaması, 1911’de Avrupa’ya eğitim için gümrük personeli gönderilmesi, Avrupa’da 1854’de başlatılan eşya tarifesi çalışmasına Osmanlı’da 1916’da başlanılması ve uygulamaya konulması bize bu perde arkasını gösteriyordu.
Üretmeden tüketen Osmanlı’nın çöküşü çok doğaldı, ilk kanunnamelerin düzenlendiği madenler ve gümrüklerin önemi ortada idi, hemen yabancıların eline geçti, ekonomi bozuldu, ardından ülke siyaseten parçalandı ve yalnızca Anadolu, Türkiye Cumhuriyeti elimizde kaldı.
11 Nisan 1918’de ilk Gümrük Kanunname ve Nizamnamesini hazırladığımızda.fark ettik, ama geç kalmıştık, yabancıların gümrükleri ve madenleri ele geçirmelerinin nedenlerini geç anlamıştık,
Şimdi tekrar geri dönelim;
İlk gümrük tavizleri uygulamaları ve ayrıcalıkları 3 Kasım 1839 tarihli Gülhan Hatt-ı Hümayunu veya bildiğimiz adıyla Tanzimat Fermanı ile oldu. Yabancılarla uluslararası ticaret artık güvence altında idi, dikkat edin, artık gümrük idareleri yabancıların güvenliği için organize ediliyordu. Borç ödemesi için gümrük vergilerimizin tahsilatını da onlar yapar olmuştu. Gümrük İdaresinin başına, sahil ve sınırlara Düyunu-Umumiye kendi adamlarını gümrükçü diye oturtulmuştu.
1838 tarihli İngiltere ile ticaret anlaşması yine Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa’nın zorlamasıydı. İngilizler de, Fransız ve İtalyanların Osmanlı’daki imtiyazlarından yararlanmak istiyordu. Sonra İngiliz tüccar, yerli tüccar gibi vergi ödemeye başladı. Yani yabancıya verilen güvenceden sonra, şimdi müslümanlarla eşit vergilendirme hakkına sıra gelmişti, sırada vergi vermeme hakkı gelecekti. Önce gemileri öncelik aldılar, ardından ticari anlaşmalar geldi, 1861 tarihli ticari anlaşmalarla Fransızlar da bu çok özel taviz ve imtiyazlardan yararlanmaya başladı. Biri diğerine örnek oldu, diğeri ötekini emsal aldı.
İngilizlere, Fransızlara tavizler verdik ya; vergimiz ve dolayısıyla gelirimiz azalmaya başlayınca, gümrük vergilerindeki miktar, oran arttırıldı. Osmanlı ilginç bir sonuçla karşılaştı, o güne kadar ülkede görülmeyen oranda kaçakçılık arttı. Rusumet Eminliği bünyesinde Gümrük Muhafaza Teşkilat kuruldu, daha önce mültezimlerin emrinde olan bu korumalar, devletin memuru haline getirildi.
1838 İngiliz-Osmanlı ticaret anlaşmasıyla baş, kg, adet (spesifik) vergilendirme yerine ithalatta %5, ihracatta %12 vergi (advalorem-değer üzerinden) alınmaya başladı. Doğruydu, içeriden mal gitmesin isteniyordu, dışarıdan da mal fazla gelsin düşünülüyordu, çünkü sanayi ve üretim çok düşüktü, yok denecek kadar az idi.
1861’de Fransızlarla yeni ticaret anlaşması düzenlendiğinde ithalat %5’den %8’e çıkarılırken, ihracat’ta %12’den %8’e indirildi, ayrıca her yıl ihracatın (%1) oranında vergisi azaltıldı.
1889 yılına kadar bu anlaşmalar sürdü, bu arada (28 yılda) ithalat vergisi %8’den %11’e kadar çıkarıldı. Bunun anlamı verilmiş borcun daha hızlı ve kolay tahsil edilmesi olduğunu anladınız.
Sonuçta, vergilerimiz azaldı, bu kez daha fazla borçlanmaya başladık. Kırım Savaşı’na borçla girdik. Sonra borçlarımızı ödeyemedik, Düyunu Umumiye bunun için kuruldu. 24 Ağustos 1854’de başlayan bu borçlanmamız genç Türkiye Cumhuriyeti’nin borcu oldu. Lozan Anlaşması’na konularak, 25 Mayıs 1954 tarihine kadar ödendi, ödendi, ödendi. Borçları ödememiz tam 100 yıl sürdü.
Tanzimat ve Islahat Fermanları’ndan sonra ilk yapılan işlem hasta adamın Avrupa Hıristiyan kökenli siyasi, ticari ve hukuki kurallarını Müslüman topluma uygulamak ve ticaret yapanlara güvence ve rahatlık sağlama olmuştu. Müslümana demokratik ortam hazırlanıyor gibi gösterilerek, ülkeyi sömürmek için rahat ve huzurlu bir ortam hazırlanıyordu. (AB müzakere süreci, insanın aklına geliyor değil mi?)
……….&………...
Gümrük vergileri, Gümrük Eminleri vasıtasıyla emanet usulü adıyla alınıyordu. İltizam yani kayırma da belli gruplara uygulanıyordu. Bazen maktu vergi de alınıyordu, “yılda şu kadar vergi” denilerek veya “şu kadar kilo mal” denilerek ayni olarak da alınıyordu. Ceza olarak ta, ya mal beylik ediliyor (el konuluyor) veya vergisi iki katı alınıyordu, tüccar veya kaptan şehirde teşhir ediliyor, dayak atılıyor, sakalı kesiliyor veya hapsediliyordu.
Osmanlı’nın güçlü olduğu dönemde gümrük mevzuatı Abdülmecit’e kadar kanunnameler ile böyle düzenlendi ve ihtiyaca göre geliştirildi.
Gördük ki; gümrükler elden gidince, sessizce ülke de bitiyormuş.
Hani, Osmanlı’ya 1853 Kırım savaşı’nda İngiltere vasıtasıyla 3.000.000 sterlin ve sonra 5.500.000 altın lira borç verdiren, Mısır’dan gelecek vergi gelirlerini, Suriye ve İzmir gümrüklerinin gelirlerini teminat isteyen Bay Rothschild vardı ya! Hatırladınız mı? Sultan II.Abdülhamit’e gidip “Kudüs şehrinin, Filistin’in, Suriye’nin ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nin yeni kurulacak olan Yahudi devletine verilmesi karşılığında Osmanlı Devleti’nin tüm dış borcunu silme ve Balkanlarda, Afrika’da kaybettikleri topraklarını geri verme” teklifini yapmıştı ya, işte o adam Amerika Birleşik Devletlerini temsil ederek konuşuyormuş, mağrur ve gururlu Osmanlı padişahı Büyükhan II.Abdülhamit, bu kısa boylu adamı küçümsemiş, ülkesinin parçalanmasına ve Kurtuluş Savaşı sonrasında yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasına neden olacağını bilmeden, onu huzurdan kovmuştu ya, bilmiyordu ki, huzurdan kovduğu Rothschild’in arkasında Rockfeller, JP Morgan, Paul Worrburg ve Jacom Schift aileleri yani Amerika vardı.
İşte o Amerika, diğer borç veren sömürgeci devletlerle birlikte gümrüklerden tahsil edemediği paralarını tahsil için tüm işletme ve madenleri ele geçirmesine rağmen, bu kez de, borç verdiği paraları için İngiliz, Fransız ve İtalyan ile arkasına durduğu Yunanlı’ları Anadolu’ya dört koldan saldırttı. Biz onları tarihte saldırgan, sömürgeci ülkeler olarak, I. Dünya Savaşı’nın itilaf devletleri olarak öğrendik, ama gelenler öyle değildi. Gelenler borç verdikleri paraları geri alamadıkları için şimdi bu toprakları elde etmeye plan ve program yapıyorlardı.
Borçlarımızı ödeyemedik diye paylaşılan ülkemiz toprakları, müthiş bir Kurtuluş Savaşı mücadelesi ile 1919 ve 1922 arasında kanlı ve büyük bedellerle korunmuş, Türkiye Cumhuriyeti’nin varlığı ancak 1924’den sonra Lozan Antlaşmasıyla kabul edilmiştir. Borçların geri ödenmesinin kabul edilip imzalanmasıyla, 24 Ağustos 1854 yılından başlayan borçlanma ile alınan borç paraların ödenme taahhüdüyle yeni devlet kurulması 1920’de kabul görmüş, 25 Mayıs 1954 yılına kadar borçlarımız ödene ödene zor bitirilebilmiştir.
Cumhuriyet tarihinde gümrüklerin ne kadar önemli olduğunu anlayabilmek için, şimdi Cumhuriyet dönemimizin güç koşullarına bakalım : Günümüzü anlatacağımız “BUGÜN” başlığında yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin gümrüklerinin teşkilatlandırılmasını, Lozan Anlaşması’yla Osmanlı borçlarını ödemeyi taahhüt edişini, gümrük ve inhisarların gelirlerini toplayarak bunları yabancı alacaklılara geri ödeyecek olan Osmanlı Bankası yerine, Gümrük ve İnhisarlar Vekaleti’nin kuruluşunu, sonra da bu bakanlığın borç ödemesini tamamlayışını, önce geliri toplayan, borcu geri ödeyen bu Bakanlığın görev değiştirerek, ülke kalkınması ve demiryolu inşasına katkılarını, Avrupa ile uyumlu çalışma sonrasında birliğe dahil olmakta gayretlerini, bu dönemde görev ve görevsizlik süreçlerini, Maliye’nin içinde bir dönem kayboluşunu, bir dönem Müsteşarlık olarak AB’ye uyum sağlama çalışmaları ile uğraşmasını, 12 Eylül 1980 ve 11 Eylül 2001 olaylarıyla ekonomik güç dengelerini yeniden düzenlediğini sizlere hatırlatmak isteyeceğim.
Şimdi, Osmanlı’nın bu borcunu nasıl yaptığını? Nasıl Devletin iflas ettiğini? Parasız pulsuz Anadolu’nun yoksul halkının muhteşem zaferine göz atalım. Sonra bu borçları geri ödemek için görevlendirilen gümrüklere ve gümrük politikalarını değerlendirelim :
Kurtuluş Savaşı’na girerken, savaş stokları yoktur, halk ve asker için, gıda, pamuklu ve yün iplik yoktur, ancak küçük atölyeler ve ev ekonomileri ile giyecek temin edilebilmektedir. 1919 yılında, İstanbul’da memur maaşları ödenemez durumdadır. Osmanlı Bankası ile 3.000.000 lira ek borçlanma yapılıp, birikmiş maaşlar ödenebilmektedir. Bütçe açığı 94.509.235 Osmanlı lirasıdır.
Gümrüklerin ve İnhisarların gelirleri 1881 yılından bu yana Düyun-u Umumiye’ye bırakılmıştır. 1854 Kırım savaşı’yla borçlanma başlamıştır. 1874 yılına kadar 15 kez borçlanma gerçekleştirilmiş, ancak bir sonraki alınan borç ile en yakın borç ve faiz ödemesi kapatıldığından, 127.000.000 Osmanlı lirası alınan borç, 239.000.000 lira haline gelmiştir. Buna rağmen 1875 yılı bütçesi gelirleri 25.000.000 iken, yalnızca dış borç taksidi 13.000.000, dalgalı borçlar ise 17.000.000 liradır. Böyle olunca 30.000.000 dış borç ödemesinde Devlet hiçbir şey yapmaz hale gelmiştir. 6 Ekim 1875’de Osmanlı Devleti iflas etmiştir. 1875’den 1881 yılına kadar hiçbir dış borç ödemesi yapılamamıştır. Artık yabancı alacaklıların gözü Anadolu toprağındadır. Anlayacağınız 1875’den 1915’e kadar borç verenler 40 yıl zor sabretmişlerdir.
Düyun-u Umumiye-i Osmaniye Varidatı Muhasasa İdaresi, İngiliz, Hollanda, Fransa, Almanya, Avusturya, İtalya ve Osmanlı Devleti temsilcileri ile kurulmuş, Osmanlı Bankası’nın yönetimine bırakılmıştır. Rusumat Umum Müdür ve İnhisarlar Umum Müdürlüklerinin tüm gelirleri bu idareye teslim edilmiştir. Yönetimde Fransa %40, İngiltere %29, Holanda %7,6, Almanya %4,7, İtalya %2,6, Avusturya %0,9 ve Osmanlı %7,9, diğer ülkeler %7,3 pay almakta idiler.
1919’da savaş kaçakları ve terhis edilen ordunun boşta gezen askerleri kaçakçılığın artmasına neden olduğundan, halk, reji idaresinin kolcusu ve bu kaçak ve kaçakçılar arasında kırılıp geçmekte idi. Düyun-u Umumiye’nin Reji İdaresi devletin tek hakimi olmuştu. Yokluk içinde büyüyen kaçakçılar ile reji idaresi arasında kalan halkın 20.000 kişisi bu çatışmalarda ölmüştür.
Osmanlı’nın borcunun ertelenmesi veya ödenmemesi gerekiyordu ama, milli mücadele için de acele para lazımdı. Balıkesir kongresinde (26-30 Temmuz 1919) Teşkilat-ı Maliye ve Levazım Kurulları kuruldu. Aşar ambarlarındaki ürünlere el konuldu. Nazilli Kongresi 08.08.1919 Heyet-i Milliye örgütü kuruldu, bu örgüt ayni ve nakdi teberrü toplamaya başladı. Alaşehir Kongresi’nde ise, 16-25 Ağustos 1919 ordu için mali kaynaklar aranmaya başladı. Hasılat-ı Milliye Talimatnamesi hazırlandı.
Kuvay-i Milliye Isparta, Burdur, Aydın derken, Ege dışına doğru Gebze, Şile, Kartal, Beykoz, Kocaeli, Adapazarı, Bilecik ile gelişti ve Anadolu’ya yayıldı. Ayni ve nakdi bağışlar, Hâl (Oktruva), mezbaha ve Pazar resimleri ile belediye gelirleri arttırılarak, savaş için yeni mali kaynaklar arandı. Ancak yoksulların savaşının en önemli geliri, aşar’a el konulması ile Osmanlı ve Ziraat Bankaları’nın personel giderleri dışında tüm gelirinin Heyet-i Temsiliye adına Mustafa Kemal’in imzaladığı tamim ile devralınması oldu. Bu bankaların Anadolu’daki şubeleri vasıtasıyla Düyun-u Umumiye ve Reji İdarelerinin İstanbul’a para göndermeleri engellendi.
Meclisin ilk Maliye Nazırı Hakkı Behiç Bey, Düyun-u Umumiye İdaresi’nin Ankara Mümessili Ali Cevat Bey’i makamına davet ederek; “Biz savaş halindeyiz. Vergileri yine siz toplayın, bize verin, yönetim masrafınızı içinden alın, sulh olunca hesaplaşırız” dedi ve Düyun-u Umumiye bu teklifi kabul edip, savaş sonrası yabancı alacakların ödenmesini garanti altına alınca, tüm geliri Heyet-i Temsiliye’ye aktarmaya başladı. Bu mutabakat yoksul ülkenin artık zafer kazanacağının ilk göstergesiydi. Yeni Türk devleti Anadolu’da kurulacaktı.
Yeni Türkiye Cumhuriyeti, bu güç durumda savaş anında dahi en büyük gelir kaynağının Rusumat ve inhisarlar Umum Müdürlüğü olduğunu görmüştü. Savaş yıllarında transit eşyasının gümrük vergisini 5 misli, depolardaki ardiye ücretini 10 misli artış yaptı. Altın ve gümüşe el koydu. Kömür ihracatında tonda 3 lira vergi koydu. İhracat mallarında kilo ve adet üzerinde yeni vergiler oluşturdu. Damga vergisini 3 kat arttırdı. Sigara kağıdı, kibrit, oyun kağıdına zam yaptı. Depolardaki Aşar’a el konulduğundan, mültezimlerin devlete olan borçlarını hemen ödemeleri halinde, gecikme faizlerini affetti.
Bütün bu tedbir ve düzenlemelere rağmen Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk bütçesi (1920) 28.02.1921’de kabul edildi. Gelir 51.388.626 lira, gider 63.018.350 lira idi. Açık 11.629.732 lira olmuştu. Bu açık Osmanlı Bankası’ndan geçici avans alınarak bütçe denklenecekti. Düyun-u Umumiye’ye 7.680.696.-TL borç ödemesi de buna dahil idi.
Aşar gelirinin 13.641.079 lira
Gümrük vergisi 10.361.221 lira
Hayvan vergisi 5.783.586 lira
Tekel gelirleri 4.738.244 lira dikkate alınınca, bu dört kalemin toplam 34.524.130 lira ile tüm gelirin (51.388.626 liranın) %67’sini teşkil etmekte idi. Şimdi bir daha hatırlayın! 19.05.1919’da (bir yıl önce) Osmanlı’nın dış borcu 303.700.000 lira idi ve yeni devletin tüm geliri ise sadece 51.388.626 lira kadar idi.
• Halk istenen malları devlete verecek ise (ayni vergi),
• Tüccar ve halk elindeki mamül veya yarı mamül malların %40’nı devlete sonra ileride bedeli ödenmek üzere verecek ise (veresiye satış),
• Halk elindeki taşıt ile orduya ait malzemeyi parasız taşıyacak ise (hizmet vergisi),
• Halk elinde bulunan silah ve cephaneyi orduya verecek ise (müsadere uygulaması),
• Ülkeyi terk edenlerin tüm malları orduya teslim edilecekse (Medeni yasa)
• Sanat erbabı verilen mal ve malzemeyi üretmekle görevlendirilecek ise,
Osmanlı ve Ziraat Bankası’nın borç ertelemesi yapmasında artık eli mecburdu ve yaptılar.
Bu emirler Ankara’da yayınlanan “Hakimiyet-i Milliye” Gazetesi’nde yayınlanıyor, 11.09.1920 tarihli 21 sayılı İstiklal Mahkemeleri’nin kuruluşuna dair “Firariler Hakkında Kanun”un hemen yanında yayınlanıyordu. Bu emirlerle gelirler doğru toplanınca ve dış borç ertelenince, savaşmak mümkün hale gelecekti.
Bunun yanında, 21 Temmuz 1914’de ilan edilen Osmanlı’nın genel seferberliğinin devam ettiği 8 Haziran 1920 günlü ve 24 sayılı kararname ile yayınlandı. Osmanlı dış borçlanması ve faizleri ile taksit ödemeleri tamamen durdurulmuş oldu. Düyun-u Umumiye’ye borç ödemelerinin sonra yapılacağı taahhüt edilince, toplanan gelirlerine de el konulabildi.
Sevr’de İngiliz, Fransız ve İtalyan temsilcilerinden oluşan Maliye Komisyonu bütçeyi hazırlayacak, Düyun-u Umumiye (genel borçlar) idaresi ve Osmanlı Bankası ile anlaşarak Türkiye’nin para işlerini düzenleyecek ve düzeltecek olduğu ve gelirleri toplayacak olan Gümrüklerin de, Maliye komisyonunca yönetileceği kararlaştırılmıştı. Savaş sonunda ise, Mart 1921’de yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin komisyona müdahil olacağı, Mart 1922’de ise Maliye Komisyonu’ndan vazgeçileceği, İtilaf devletlerine olan savaştan önceki borçların ve aşırı olmayan bir tazminatın ödenmesinin de Türk hakimiyetine bırakılacağı, Mustafa Kemal tarafından Nutuk’ta anlatılırken; savaştan önceki Düyun-u Umumiye Komisyonu’nun olduğu gibi bırakılacağı, bir tasfiye komisyonu kurulacağı da ifade ediliyordu, ancak Lozan Anlaşması’nda 24 Temmuz 1923’de bağlayıcı tüm bu hükümler kaldırıldı, 24 Ağustos 1923’de Meclis’te onaylandı. Yeni Cumhuriyet kendi iradesiyle borçları ödeyecekti. Savaş sonunda 5 yıl ödeme yapılmayarak, 1931’de itibaren ödemeler başladı.
Gümrükler, Kurtuluş Savaşı’nın kazanılmasına nasıl yardımcı oldu? Onu gördük.
Mustafa Kemal için, Gümrükler ve İnhisarlar, neden yeni Cumhuriyette çok önemliydi, biliyor musunuz? Düyun-u Umumiye’nin görevini üstlenen borç ödemelerini takip eden Osmanlı Bankası, yapılan anlaşma ile savaş sonrasında ödenmek üzere topladığı vergileri Kuvayi Milliye’ye yani milli mücadeleye teslim ediyordu. Buna karşılık yeni Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Osmanlı Devleti’nin borcunu üstlenmiş ve reddetmeyeceğini taahhüt etmişti ya; savaş bittiğinde Lozan’da da bu anlaşma resmiyet kazanmıştı. Lozan Anlaşması’na bağlı ek ticaret anlaşmasına göre, anlaşmanın yürürlüğe giriş tarihinden itibaren 5(beş) yıllık süre sonunda kararları 1929’da uygulamaya başlayacaktı, bu beş yıl içinde gümrük resimlerini arttırmayacaktık. Ancak, 1933 yılında çıkarılan 2255 sayılı kanunla vergiler arttırılmaya başlanabilecekti.
1923’den itibaren 9 yıl sonra 1931’de inhisar örgütü dağıtılmadan, dış borç ödemesinin, İnhisarlar Umum Müdürlüğü vasıtasıyla yapılması kararlaştırılmıştı. Yeter ki, savaş sırasında Düyun-u Umumiye’nin net tahsilatı milli mücadeleye aktarılsın idi. Maliye Bakanlığı bünyesinde iki ana gelir kaynağı vardı, biri hazine ve hazinenin içinde gümrükler, diğeri de inhisarlar idi. Cumhuriyet, Devlet gelirinin %13-15’ini toplayan gümrükler ile (Bursa, Erzurum, Tokat, Diyarbakır, Edirne- Osmanlı’da Bağdat, Şam, Halep, Belgrad-kara gümrükleri ile İstanbul, İzmir, Mersin, Trabzon, Samsun ve Ereğli limanları) yine gelirin %18-20’sini toplayan inhisarları (tuz, tütün, tömbeki, barut, ispirto ve içki, afyon, posta, telgraf, çay, kahve, sigara kağıdı, oyun kağıdı, sıhhi ilaçlar, kibrit, şeker, av fişekleri) borç ödemesi için ayrılmıştı. Hem gelirin %35 dış borca gidecek, hem de artan kısmı ile demiryolu yapılacaktı.
Savaş sonrası hem bu ödemeler takip edilmeli, hem dünyanın yaşadığı ekonomik kriz, gümrük ve inhisarlar vasıtasıyla kolayca atlatılabilmeli idi. Ayrıca yoksulluğu önlemek için istihdam yaratılmalıydı, bunun yanında yatırımlar bu gelirlerle mümkün olmalıydı.
Tarihte benzersiz bir iş yapılıyordu. Belirli iş için, belirli gelir ayrılıyordu. Bunu da Gümrük ve İnhisarlar Vekaleti gerçekleştirecekti. Bu nedenle 1909’da kaldırılan Rüsumat Emaneti, Maliye Nazırlığı’nda, Rüsumat Umum Müdürlüğü olarak görevini 22 yıl devam ettirmişken; Rusumat Umum Müdürlüğü 1660 sayılı kanun ile inhisar idare ve işletmeleri de 29.03.1932 günlü 1989 sayılı kanunla Maliye Bakanlığı’ndan alınarak Gümrük ve İnhisarlar Vekaletine bağlandı.
Bu nedenle; Gümrük ve İnhisarlar Vekaleti Cumhuriyetin en önemli Bakanlığı konumuna gelmişti, düşünün savaş sonunda halk öyle fakir ve muhtaç idi ki, halka ekmek vermek için 1918-1919’da Osmanlı Devleti 3.000.000.-TL borçlanmıştı. Osmanlı’nın hazine ve gelirini takip eden muhteşem Maliye Nazırlığı’nın protokoldeki sırası ise, bu dönemde bazen 8nci-9ncu sırada bazen de sondan ikinci, bazen de üçüncü sırada idi, çünkü fakir toplumdan toplanacak geliri olmayınca, Bakanlığın da önemi yoktu.
Mustafa Kemal’in 1923-1931 liberal döneminden sonra, 1929-1930 ekonomik kriz ve büyümeye başlayan Almanya ve İtalya’nın yeni siyaseti ile Devletçi dönemi başladı. (1931-1939) Gümrük ve İnhisarlar vekaleti de en ihtişamlı ve güçlü dönemini 1931-1939 devletçi döneminde yaşadı.
1939-1945 yılları arası İkinci Dünya Savaşı yıllarıydı, herkes ve her ülke için en güç günlerdi. Gümrük ve İnhisarlar Vekaleti ülkenin ayakta kalabilmesi ve ekonomik bağımsızlığın sağlanması için yine en önemli ve en öncelikli Bakanlıktı. Bu Bakanlık; savaş sonrası Dünya ekonomik krizini Türkiye’nin en az zararla geçiştirmesini sağlayacaktı.
Şimdi anlatabildim mi Sarı Çinili Rıhtım Hanın neleri simgelediğini.
Fazla uzaklara gittik galiba. Hala dışarıyı seyrediyorum .İstanbul’un işgali, Harrington kupası, Fenerbahçenin galibiyeti, Cumhuriyetin ilanı ve Yeni bir Türkiye Cumhuriyeti.
Cumhuriyetin ilanından sonra Rothschild ailesinden alınarak Devlete verilen rıhtımlar kaderin garip cilvesi olsa gerek, yıllar sonra özelleştirilerek, gene kaderin bir cilvesi olsa gerek bir Yahudi ailesine verilecekti…Neyse vazgeçildi ve izin olmadığı halde Türk firmalarına verildi.
Ama bu kez Gümrüğün anıtsal binası ve geçmişi olarak değil basit bir “Hotel” olarak görülecek ve anılardan siliniverecek. Karaköy (Karay köy)de yerleşik Karaim yani Karay Yahudileri tahmil ve tahliye işlerini Tophane’de yaparlarken, Michel (Mişel) Paşa Galata rıhtımını yapmak için çok uğraştı. Devreye Londralı işadamı Bay Rothschild girdi. Sirkeci ve Galata’daki rıhtım, hanlar ve antrepolar yapıldı. Borçlar daha da çoğaldı ve katlandı. İşte sarı Çinili Rıhtım Han . Yeni binalar, saraylar, tramvay, şehre gelen elektrik, her şey güzel gözüküyordu, batıyorduk.
(Aklınıza bu kez double yollar, limanlar, havaalanları, saraylar, metrolar, HES’ler geliyor değil mi?)
II. Abdülhamit’e kadar sessiz sedasız her şey iyi gözüküyor veya gösteriliyordu. Anlayacağınız, İstanbul bize pahalıya patlamıştı.
Devlet; artık Osmanlı’nın haraçgüzarlarını bırakmış ve yabancılara da topraklarını açmıştır.
(Özelleştirme, ödenemeyen dış borçlarla yabancılaşan yerli şirketler, sıfırlanan gümrük vergileri mi aklınıza geliyor?)
Türkiye Cumhuriyetine kadar, yönetim ve dolayısıyla gümrükler Devletin kontrol ve iradesinden çıkarılmış, zımnen devlet sömürgecilere bağımlı hale getirilmişti.
Bu arada, Osmanlı’dan batı’ya başınızı çevirip baktığınızda, Avrupa’da gümrükler için, eşya kotlanıyor ve sistematiğe bağlanıyor, eşya tarif edilmeye başlanıyordu. İlk çalışma Belçika’da 1831’de başladı. 1854’de ilk gümrük tarifesi oluşturuldu. Avusturya, Macaristan ilk uygulayan devletti. Fransa onu izledi, Avrupa’nın ortak tarifesi 1869’da Lahey’de konuşuldu. 1872’de Saint Petersborg’da bir daha konuşuldu, onu Budapeşte izledi ve Paris’te, Washington’da gelişti. İlk ortak tarife 1891’de uygulandı. Almanya, Avusturya, Macaristan, İtalya, Belçika, İsviçre, Sırbistan, Romanya ilkler arasında yer aldı.
Bundan sonra sıra gümrük birliğinde idi. İlk fikir 1828’de Prusya’nın diğer Alman Devletleriyle ilişkisinden doğmuştu. Lüksemburg buna katıldı. Bulgaristan-Sırbistan Birliği 1905’de, Belçika-Lüksemburg Birliği 1921’de sağlandı.
Osmanlı’nın son günlerinde 11 Nisan 1918 tarihli ilk derli toplu Gümrük Kanunu ve Nizamnameler hazırlanmıştı. İlk kez bu kanunla ihracat, transit, aktarma, ambarlar, kaçak ve hilenin cezası, deniz, kara işlemleri, sahipsiz eşya, eşyanın içeriye alınışı anlatılmaya, herkes için kurallar konulmaya başlandı. Ancak geç kalmıştık, hem ülke, hem gümrükler gitmişti.
Ancak, Mustafa Kemal ve Cumhuriyet ile birlikte, gümrüklere sahip çıkıldı. Dün yaşananları bilenler; Gümrüklerin tam bağımsız devletin sembolü olduğunu anladılar ve bugünlere gelindi.
Fazla derinlere girdik galiba..
Biraz da 78-79 lara Çinili Rıhtım Han ve Teftiş Kurulu anılrdan birer anı eklesek iyi olur sanırım.
Yeni Müfettiş olmuşum aradan sanırım 6 ay falan geçmiş. İktidarlar değişip duruyor. İşler çok. Ortam gereği Müfettişler derneği kurulması gündemde. Daha önceki dernek 12 Mart kararlarıyla kapatılmış. İşlemler bitti “Gümrük ve Tekel Bakanlığı Müfettişleri Derneği” kuruldu.Bir süre sonrada siyasette 11 ler olayı oldu ve yeni bir koalisyon kuruldu. Yeni Bakanımız Mataracı. Ortalık karışık.Yolsuzluk iddaları var, sırada Gümrükler Başmüdürü Oktay Ergül abimiz. Sanırım demir ticaretinde yolsuzluk da Mataracı’nı adı medyada geçiyor. Mataracı Oktay Beyi açığa aldı. O arada ben dernek başkanı olarak seçildim. Teftiş Kurulu Başkanı ile aramız yok. Teftiş kurulunun Müşavir Müfettişleri Oktay beyi severler. Biz de öyle , ayrıca Müfettiş kökenli sahip çıkmamız gerekiyor. Çeşitli vesilelerle Baknla görüşmeler ayarlanıyor, Bakana eleştiriler getiriliyor ama sonuç yok. Biz de bir muhtıra hazırladık Bakana karşı çoğunluk imzaladı ve muhtıra iletildi. Birden Bakan beyin Dernek Başkanı olmam hasebiyle sempati ve ilgisi arttı. Gece Atilla Koruyan o sırada Çaykur Genel Müdürü, Bakanla beraber geceleyin “ Mustafa Bakan seni istiyor” der. Hadii giyin, Makam arabası gelir. Ben Kurtuluş’ta çatı katı kiralık bir dairedeyim. Gelen araba Makam arabası, dikkat çekiyor tabi.
Neyse Otelin Kral dairesi, oda kalabalık kimler yok ki. Bakan hoş geldin Müfettişim falan..Atilla abiya sordum , ne iş.
Valla ben de bilmiyorum tutturdu Mustafa beyi çağırın diye.
Ortada bişey yok birileri ile tanıştık sonra da döndük.
Aradan bir süre geçti, Rahmetli M.Ali Devecioğlu, İhsan Akın, Celal Erel gibi kıdemliler Bakandan randevu almışlar ve Tekel Unkapanı Genel Müdürlük binasında buluşacaklar. Akıllarına gelmiş olacak kii bi dernek başkanı var onu da çağıralım..Olur dedim.
Toplantı odası büyük bir masa ve dizildik. Bakan geldi oturdu, hoş beş, çeşitli konular neyse konuya geldik.
Oktay beyin durumu, Merttir, namusludur, bilgilidir, hata yapmış olabilir bu seferlik affedilsin vs vs .konuşmalar uzadıkça nuh deyip peygamber demiyor Mataracı.Ben sadece dinliyorum Bi ara sessizlik oldu ve benden bir çıkış.
Sayın Bakanım Oktay bey üstadımızdır. Ona her açıdan güvenimiz sonsuzdur. Üstatlar da belirttiler ama ortalık siyasi anlamda karışık, yarın bu olayla ilgili hesap verebilirsiniz,gibi birşeyler söylerken masa altından ayağıma darbeler geliyordu.Nasıl konuşuyorsun diye. Mataracı toplantıyı bitirdi, yavaş yavaş çıkıyoruz, tam ben çıkarken Bakandan;
Mustafa sen kal dediğini duydum.
Ulan 55 kiloyuz maşallah Bakan iri yarı, artı deli dolu.
-Bu yaptığıın seninin gibi delikanlıya yakışır mı, demez mi.
Hayırdır sayın Bakanım nooldu dedim
Yahu bu kadar İstanbul’a gelip gidiyoruz dernek olarak bi toplantı yapıp bir yemek düzenlemez mi insan.
Haydaaa.
Derhal sayın bakanım ben hallederim tarihleri size bildiririm dedim.tokalaştık ve çıktım. Tabi üstatlar beni bekliyor heyecanla, Noldu ne istedi heyecanlanmışlar.
Gülmeye başlayarak durumu anlattım.
Tabi bir sorun vardı. Hem muhtıra ver hem de yemek ver..
Uzun uğraşılardan sonra, kimsenin giremeyeceği Galatasaray adasını dostla sayesinde kapattık.Günü belirtmek ve Müfettişleri çağırma Teftiş Kurulu Başkanının yetkisinde. Bakana durumu ilettim.
Sana yetkiyi veriyorum Başkana emrim olduğunu söyle dedi de ben arada kaldım.
Neyse alıştırarak durumu izah ettim ve şu tarihte Müfettişler toplanacak talimatını verdirdik Ama Başkan Necati beye bu olayın oluşumunu adanın kıyısında Bakanı beklerken 5-6 kez izah etmek zorunda kaldım
Yemek kazasız belasız bitti. Medya da bunu duyamadı..
Ama faydası Müfettişlere silah taşıma izni ile Denetim elemanlarına fazla mesai verilmesi Maliyecileri engellemelerine karşın Mataracı sayesinde devamlı olarak çıkarılmış oldu.