SARI ÇİNİLİ RIHTIM HAN

Kocaman siyaha boyanmış, eski ve antika olduğu menteşelerinden dahi anlaşılabilen bir kapı. Niçin siyaha boyamışlar diye düşündüm. Güzel bir restorasyonla otantik hali gösterilebilirdi. İki kanadı da açık, giren çıkan bir koşturmaca. Elimde Müfettiş Muavini olduğumda Ankara’da teslim edilen siyah deri kocaman bir çanta. Çift kemerli, içerisinde elimize verilen mevzuat, oldukça ağır.

Kapıdan girdiğimde mermer merdiven, asansörün yanında, bir asansörcü var, antika asansöre iyi baksın diye sanırım. Mermerleri aşınmış merdivenlerden yavaşça çıkmaya çalışıyorum. Garip alışmadığım bir koku. Tozla karışık kağıt kokusu gibi. Bir ağırlık çöktü içime. Teftiş heyetine çıkacaktım.Ne yapacağım konusundaki telaşımı bu Fransız stili diye yorumladığım bina ve kıvrılarak yukarı çıkan merdiven iyice artırıyordu.. 

Birinci kat merdiveninin başında sarı pirinç üzerine yazılı bir yazı,”Bakanlık Teftiş Kurulu” . Maroken kapılar.Erken gelmem nedeniyle henüz kimse görünmüyor. Dar bir koridor kasvetli, sessiz.Biraz yürüyünce renkli bir ışık huzmesi.  Işık çekti beni, yavaşça yürüdüm sessizliği bozmak istemiyor gibi. Durdum. Çok hoş bir vitray. Rengahenk. Bir İstanbul panoraması.  Nefis. Istanbul’a ilk gelişim sayılır.Başka bir kalp çarpıntısı ,heyecan. Güzel bir kızla karşılaşmış gibiyim ama küçücük , ezik bir duruş. Artık İstanbuldasın diyorum.

Birden arkamda bir ses “günaydın” dedi toparlandım döndüm.İspanyol Meyhanesindeki çığlık çığlığa şarkı söyleyen, zayıf,  gadit denecek kadar . Bembeyaz bir ten. Muhaciri andırıyor.

Günaydın dedim. Ben Ankara’dan geliyorum. Müfettiş Muaviniyim.

Açık bir oda gösterdi, birazdan gelirler dedi. Çay istermisin.

Teşekkür ettim. Adım Mustafa Özsönmez dedim. 

Benim adım Menşure dedi , odacı, çaycı, temizlikçi her şeyim ..

Menşure , tam İstanbullu bir isim sanki ..

Odaya girdiğimde , Tavan yüksekliğinde pencereler, yine aynı koku, alışırım herhalde. Loş dışarının görünmesini engelleyen, ağır kadife ,koyu vişne pencerenin her iki yanında perdeler, tam bir ciddiyet. Henüz ortaıkta kimse yok. Saate bir göz attım.

Gerçekten çok erkenmiş. Bi çıksam dışarı , çevre nasıl.

Bina çok hoş ilk anda dikkatimi çekmeyen, kafamı kaldırdığımda ilgimi çeken bir yapı. Mimari büyük olasılıkla 1900 başları ve Avrupai. Fark dışındaki çiniler olsa gerek sarı ve tonları.

Karaköy’ü ilk tanıyışım, birden bire, bir bürokrat(Müfettiş) olarak tarihin içine gömülüveren ve kendini küçücük, yalnız hisseden biri. Neresiydi bu mekan bu ortam? Sonradan karıştırdım kitapları ve geçmişe döndüm bir anda;

Kırım savaşı nedeniyle İstanbul’a ilk kez Müttefiklere ait askerler gelir.Gemilerle gelen askerlerin kıyıya çıkması çok zordur.Çünkü Karaköy’de bir rıhtım olmadığından ancak kayıklarla çıkma mümkün. 1856 Barış konferansında bir rıhtım yapılması için İstanbul hükümetine baskılar başlar. Gemiler ilgili firmaya ait şamandıralara bağlanmakta ve tahmil tahliye kayıklarla yapılmaktadır.

Karaköy (Karay-köy)Adını bu yörede yerleşik Türk Yahudileri olan Karaim- Karay’lardan alan) cıvarı, yer altı camiine kadar surlarla kaplı. Surların önünde ise toprak ve kumsal bir sahil uzanmakta. Galata’nın gümrüğü de burada olduğundan tahmil-Tahliye (Yükleme-boşaltma) buradan yapılmaktadır. Tophane cıvarında ise Yolcular için Salon Gümrüğü bulunmakta. Rıhtım yok.

Artık bir limana gereksinim bulunmaktadır.İstanbul Limanı rıhtımlarının yapımı imtiyazı 1857’de Fenerler imtiyazını alan  Michel Marius ve saatçi Kolas adlı Fransızlara 1879 yılında verilir. Monsieur Michel bunun üzerine  Michel (Mişel) Paşa olur.Ancak bu toprak limana rıhtım yapılması büyük anapara gerektirmektedir. Önce Paşa, masrafı çok geliri az olacak bu yatırıma ortak bulamaz.1890 yılına gelindiğinde, imtiyaz uzatılır. Finans için 1891 yılında bir şirket kurulur.  Sermaye 23 Milyon altın Frank’dır.  3 Milyon Frank karşılığı bu imtiyaz şirkete devredilir. Yeni anlaşma ile rıhtımın yapımı yanı sıra,  bazı idare binalarının da yapımını gerektirmektedir. 

Galata nın ismi nereden geliyor.Bizanslı Denis ve tarihçi Strabon’a göre Galata’ya eskiden Sykai, Sykudis ya da Sykaena derlermiş.Bunun  anlamı Rumca da “İncirlik” dir. Nedeni ise Galata da bağlar ve İncir ağaçlarının da çok olmasından ötürüdür. Hıristiyanlığın ilk zamanlarında Fındıklı’da oturan episkopos,  Pertinakos Metropolithaneyi  Galataya nakletmiştir. Küçük bir köy gibi  olup, Scarlatos eserinde  Theodosios zamanındaki Galata’yı , etrafı duvarlarla çevrili olan, içerisinde, 1 kilise, 1 hamam, 1 tiyatro, 1 değirmen, 4 özel değirmen 431 haneden oluşan bir yer olarak tanımlar. Burada 34 şehir muhafızı olup bunlara Collegiatos denildiğini belirtir.

Bizanslı Etienne zamanında Galata’ya İustiniana  veya İustinianapolis denilmekte imiş.Bunun nedeni de –Prokopiosa’a göre-  Galata tarafında bulunan ve eski Büyük Konstantinos  tarafından yapılan burç ve binaları  imparator İustinianos’un tamir ettirerek bazı binalar daha ekletmiş olmasındandır. Hatta Jucundiana denilen bir sarayı da olduğu söylenir.

Bazı yazarlar, “GALA” kelimesinin Rumcada süt anlamına gelmesine dayanarak Galata deyiminin oradaki inek ahırları ve süthanelere ithafen kullanıldığını belirtirler. Bu eski bir rivayet olarak görülmüştür. İstanbul’un fethinde ise “Galata” dır.

Sultan İbrahim zamanına gelen (1049-1058) Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesinde (Cild.1 s.426) Galata hakkında bazı açıklamalara rastlanır. Ciddi bir incelemeye dayandırmadan yazdığı bu anlatımda;”…evvela Konstantiniye kalesi inşa edildikten sonra  Galata tarafları yemyeşil çayırlar, çok  olması ve havasının çok güzel olması nedeniyle, verimli sağmal koyun ve sığırların otlatıldığı ve sütlerin Krala takdim edilmekte, bu verimli yerdeki bitkiler nedeniyle sütlerin lezzetli olması nedeniyle Galata derler. Daha sonra çobanların yerleşmesi nedeniyle  Kurşunlu Mahzen cıvarında, kale gibi özel bir yer inşa ettiler….”

Bazıları da bu kelimenin Arapça da “kal’at” kelimesinden geldiğini öne sürmüşlerdir..

1120 yılında İstanbul’da doğup, 1180 yılında vefat eden Pierre Gylles kitabında bahsettiği şair ve yazar Tzetzes’in ifadesine göre, Rumların  “Galat” dedikleri “Goloalar” başkanları Brennos’un yönetiminde buradan geçmişler ve şehre kendi isimlerini bırakmışlardır.“ 

Rumların genellikle Latinlere yani bizim Frenk dediğimiz Batı Hıristiyanlarına  Galus dediklerine bakılır, şehrin öteden beri batılılar tarafından iskan edildiği ayrıca Anadoluda yerleşik Galatların bulunduğu yere Galatea denildiği düşünülürse, Galata kelimesinin nereden kaynaklandığı konusunda bir fikir edinilmiş olur.

Bu isme harita üzerinde başka yerlerde de rastlanılmaktadır.

Epiros kıtasında Galatya isminde bir şehir olduğu gibi Romanya’daki Galas  veya Kalas şehriyle de bir benzerlik bulunmaktadır.

Gerçi Rumlar Galata’ya karşı yaka  anlamında “Pera”  veya geçit anlamına gelen “Perama” derlerdi

12. asırda İstanbul’u ziyaret eden İbn-i Batuta  bu yöreye Galata denildiğini belirtir ve bazı açıklamalarda bulunur.

Aynı tarihlerde İstanbul’a gelen  Benjamin de Tudela ‘da , o zaman Yahudilerin İstanbul tarafında ikametlerinin yasak olması nedeniyle PERA denilen karşı yakada oturduklarını belirtmesine karşın, bu yöreye hem Galata hem de Pera denildiğini, Yahudilerin oturduğu anlaşılmaktadır. 

Galata’da yerleşen ve oraya sahip olan Cenevizliler buraya genellikle Pera derlerdi. Kendi topluluklarına da “magnifica Communita di Peyra”  yani Muhteşem Pera topluluğu derlerdi.

Galata ismi ise ancak Osmanlı fethinden iki asır sonra, 1657 yılına doğru topluluğun resmi evraklarında görünmeye başlar.

O zaman şehrin büyümeye başlaması ile pera bağları denen sırtlara yani şimdiki Beyoğlu taraflarına doğru evler inşa edilmesi nedeni ile Yukarıda kalan bu bölüme Pera denildiği sanılmaktadır. Kale yani surların olduğu bölüme de yine eski adı Galata denilmeye devam etmiş, Beyoğlu cıvarına da Pera denilmiştir.

Anlaşılacağı gibi, Pera, Latin topluluğunun resmi evraklarında  ve Fatih tarafından Cenevizlilere verilen fermanda Galata ismini bulunması, son zamanlarda Galata isminin kullanıldığını göstermektedir. Türkler bu yöreye Galatasaray’ın olduğu yere kadar Galat demişlerdir.

Türkler “Pera” ismini kullanmamışlardır. Galata sırtlarına doğru büyüdüğü zaman oralarına da “Beyoğlu” adını vermişlerdir.Bu şekilde adlandırılmasının nedeni, o cıvarda konağı bulunan ve kendisine Bey oğlu denilen Gritti’den dolayıdır.Bu konak , tarlalar arasında bir patikadan ibaret olan şimdiki Beyoğlu (İstiklal) caddesinden Taksim meydanına kadar gelmekte oradan küçük ve toprak yollarla Büyükdere’ye, Cihangir ve Dolmabahçe yönlerine ayrılmaktaydı.

Eski bir tabloda Taksim suyu ve deposu ile yanındaki ağacı, Yeniçerilerin at üstünde koşturduklarını göstermektedir.

Taksim meydanı düzenlenirken bulunan sütun parçasının bu resimde bir bahçede bulunduğunu göstermektedir.Bu bahçe Taksim meydanının yanında eski Topçu kışlasının bulunduğu yerde idi.Bahçenin ortasında konak ve çeşitli köşkler bulunmakta idi.

Bu kişi Louigi Gritti idi. Kanuni sultan Süleyman zamanında yabancı devletlerle Padişah arasında haberleşmeyi sağlayan ünlü bir Venedikli idi.Venedik’in İstanbul Büyükelçiliğinde bulunmakta iken daha sonra Venedik beyi olarak tayin edilen “Andrea Gritti’nin  İstanbul’da iken bir Rum kadınla ilişkisinden doğan doğu kültürü ile yetişen Vezir İbrahim Paşa aracılığı ile Sultan Süleyman’a kendisini tanıttırmıştı.

Bir süre Macaristan’da Padişahın Kaymakamı sıfatıyla bulundu.Nitekim öyle bir zaman geldi ki ona danışılmadan hiçbir iş yapılamaz olmuştu. Sultan Süleyman arada bir Gritti’nin konağına gelir misafir olur ve eğlenceler düzenlenirdi. Hammer tarihi bundan bahseder. Ayrıca vezir İbrahim Paşa hemen hergün konağa gelir ve saatlerce vakit geçirirdi.

Bey oğlu Gritti’nin konağının Latin mezarlığının yanında olduğunu tarihi eserlerde belirtildiğini Profesör Mordman belirtmektedir. 

İstanbul’da elçi sıfatıyla bulunan ve Çemberlitaş cıvarında oturan ve günlükleri bulunan Stephan Gerlach’ın anılarında; bir cenaze nedeniyle Galata dışına çıktıklarında Giritti’nin konağının yanından geçtiklerini; konağın bir tepe üzerinde olduğunu; Gritti’nin 500 atı ve 100 kölesi olduğunu; Sultan Süleyman’ın sırdaşı (Mahrem i esrar) olduğunu; Öldükten sonra konağın harab olduğunu;Kimseye satılmadığını,bir Türk’ün yalnız taşları için 6000 düka vermesine karşın verilmediğini; iki mermer merdivenle büyük bir sofaya çıkıldığını;Onun yanında bir harem ve hamam dairesi bulunduğunu;daha sonra bu harem dairesinin Padişahın köpeklerine tahsis edildiğini; Buraya gelmeden 7000 acemi oğlanın bulunduğu bir saray önünden geçtiklerini (Galatasaray) belirtmektedir..Ve Stephan Gerlach’ın eserinde Sultan III.Murad Han’ın Kahire’den bir Müneccim getirttiği; bu müneccimin(Takuyiddin) Galata’nın dışında Gritti’nin konağının bulunduğu cıvarda, bir rasathane inşa edildiğini belirtir.

Akşam üstü, camın önünde oturuyorum sarı Çinili Rıhtım Han’ın 1. Katında. 

Gaziantep’te ortaokulda iken hocamızın tavsiyesi ile okuduğum bir öykü geliyor aklıma. “Altın Pencereli Ev”. Bir çocuğun İstanbul’un Anadolu tarafındaki evlerin pencerelerinin altından yapıldığına inandığı bir öykü. Nasıl yani diye sormuştum kendime.. Tabi İstanbul nere… İşte şimdi karşımda Salacaktaki altın pencereli evler. Hızlı bir vapur yarışı arada. Altın boynuzdan kopup gelen  ve binaların pencerelerini altın rengine boyayan o sihirli ziya. Nitekim eskiden Üsküdar adı Altın Şehir (Khrysopolis) anlamına gelmekte idi. Çinili Rıhtım Hanın birinci katı 106 numara. Ziyaretçilerin ne güzel manzaranız var dedikleri oda. Güzel şehir vesselam İstanbul.

Bu odalarda kimler oturmadı ki. Sanki hala buradalar. Koridordan geçmeye çekindiğimiz günler. İki telefon. Birisi 4442492, diğeri 4446756 . Birisi arayacak diye çekindiğimiz günler. Koridordan geçip, açık kapılı odalarda oturan Üstatlara görünmek ve her an fırça yemek korkusu. –Müfettişin hele Müfettiş muavinin çevresi çok olmamalı- Yani bize kimse telefon etmesin dualarıyla. Tabi o zamanlar  mobil telefon nerdeee.

Geniş, 1900 lü yıllarda yapılan, binanın orijinal kocaman penceresinden izliyorum dışarıyı. Karşıdaki büyük bayrak dalgalanıyor. Lodos esmeye başladı. Birazdan deniz dalgalanacak ve balıkçılar denizin üzerinde hoplaya zıplaya olta çekmeye devam edecekler. Ve yakamozların arasından gümüşi çinakopların parıltılı çırpınışlarını görebileceğiz. Güzel rıhtım Karaköy namı diğer Galata rıhtımı.

Neydi bu galata, Karaköy bu yöre. Biraz daha geriye gittim rüya gibi boğaza ve martılara ve de dalgalara bakarak. Sanki dalgalar sürüklüyor insanı Kızkulesine bakarken.

Kızkulesi deyince oradaki sevda masalı da Çinili Rıhtım han gibi. Mülkiyeli kardeşim Lemi Özgen’in şiirsel öykülüğü ile betimlersek;”…İnce uzun, ışıltılı bir kızdı. Gözleri gün ışığına göre renk değiştirirdi. Sabahları, içinde kandil sarısı ışıklar gezinen munis bir yeşil, öğlen huzur verici bir Prusya mavisi, akşam boğaz suları gibi tehlikeli anaforların çaktığı karanlık bir yosun kızıllığı…

Annesiyle yaşardı ve hep yalnızdı. Güneş yavaşça yükselip, altın ışıklarıyla kenti zerrin tozlarıyla kaplarken uyanır ve akşama kadar Marmara’nın masmavi sularını seyreder dururdu. 

Sonra akşam olurdu. Güneş uzaklardaki tepelerin ardında yavaşça batardı. İstanbul’a yıldızlara bürünmüş bir akşam çökerdi. Yedi tepeli kentin üzerine hüzünlü bir gece inerken, ut, santur ve tambur sesleri birbirine karışırdı. Umutsuz sevdalara kapılmış üzgün insanların buğulu bir sesle söyledikleri şarkılar duyulurdu. 

Henüz sevdayla tanışmamış olan kız, yıldızların ışığı yavaşça solarken, yosun tutmuş kayaların üzerindeki evine girer, aşkın, sevdanın nasıl bir şey olduğunu düşüne düşüne uykuya dalardı…

Erguvan ve mevsimi ve aşk

Derken günlerden bir gün kız aşık oldu. Kenti parıltılı bir imparatorluk moruna boğan bir erguvan mevsiminde, aşk kızın elinden tuttu.

Vurulduğu genç, tam karşı kıyıdaydı. Pera’daki Ceneviz mahallesinde dimdik yükseliyordu. Yiğit bir duruşu vardı. Bıçkındı, bitirimdi. Kızı kendisine bakarken ilk gördüğünde alaycı alaycı gülmüş, sonra da her zaman yaptığı gibi Karaköy limanındaki pusulasız tekneleri seyre durmuştu.

Sonra her sabah bakışmaya başladılar. Bir fırtınaya tutulmuş gibiydiler. Martılarla birlikte uyanıyor, Marmara’nın suları lacivertten maviye, köpük beyazından zakkum pembesine rengarenk dalgalanıp dururken, gözlerini bir saniye bile ayırmadan öylece bakıp duruyorlardı birbirlerine…

Gece olup, İstanbul bir kan uykusuna dalarken de fısıldaşmaya başlıyorlardı. Fısıldıyorlardı, çünkü konuştuklarını hiç kimsenin, yıldızların bile duymasını istemiyorlardı. Kız, “Kimi sevsem, sensin” diyordu, delikanlı da “Her şeyi terk ettim, kimi sevsem sensin, senden ibaret” diye cevap veriyordu.

Seviyorlardı birbirlerini ama asla kavuşamayacaklarını da biliyorlardı. İkisi de vahim yalnızlıklar içindeydiler. Gözleri birbirini bulduğunda, jilet mavisi şimşekler çakıyorlardı. Hasretten, ikisinin de saçları bir orman gibi tutuşuyordu… 

Aşkın imkansız halleri

Efendim, Kız Kulesi ve onun, tam karşı kıyıdaki Galata Kulesi’ne olan onulmaz sevdasından söz ediyorum. Nasıl olsa Kız Kulesi hakkında rivayet muhtelif, bir de böyle bir öykü oluşsa fena mı olur diye düşünüyorum.

Kız Kulesi’nin öyküsü çok. Ben de Kız Kulesi’nin yani efsanelerin doğurduğu, masalcıların büyüttüğü bir Bizans Prensesi’nin, bir Osmanlı Sultanı’nın ve bir Cumhuriyet Kızı’nın bir başka öyküsünü böyle kurguluyorum işte. 

Salacak’a yolunuz düşerse, Kız Kulesi ile Galata Kulesi’ne şöyle bir bakın. Onların o hiç bitmeyen aşklarını göreceksiniz. Birbirlerine martılarla nasıl haber gönderdiklerini, birbirlerine nasıl “Ben sana mecburum…” diye şiirler fısıldadıklarını duyacaksınız.

“Birbirlerine kavuşamadan geçen bunca yüzyıla nasıl dayandılar peki” diye sormayın lütfen.

Unutmayalım ki, “ayrılık sevdaya dahil”dir…”

Bizim için de, Çinili rıhtım Han öyle oldu “ayrılık sevdaya dahil.”

                  Neyse Galata’ya gelelim;

                  Galata kulesinin bulunduğu yerin eskiden mezarlık olduğu, şimdiki Ziraat Bankasının bulunduğu yerde kalın surların olduğu ve surların arka tarafında mahzen olarak kullanılan yerin bugünkü yer altı Caminin olduğu bu alan için rıhtım inşaatı başlamıştı.

İstanbul limanının rıhtımlarını inşa eden Mişel Paşa’nın, işi tamamlamadan bırakması, 1907 yılında Osmanlı Bankasının devreye girmesine yol açar. Banka, Londralı iş adamı Rothschild’in de desteği ile Rıhtımlar şirketinin yönetimini üstlenir. Yeni bir anlaşmaya göre çalışmalarını sürdürmeye başlayan şirket, Galata ve Sirkeci rıhtımlarından başka 1910 yılında Eminönü ve Galata’da iki Antrepo ve Galata rıhtımı üzerinde acenta ve büro olarak kullanılmak üzere 1910-1911 tarihinde Çinili Rıhtım Han ve 1912-14 yılında da Merkez Rıhtım Hanı inşa ettirir.Bu yapıların mimar ve mimarları Fransa’dan getirilmiş olmalıdır.

Cumhuriyetin ilanından sonra limanların devlet tarafından satın alınması ile İstanbul Liman İşleri İnhisarı Şirketinin kullanımına geçen yapılardan Çinili Rıhtım Han Gümrükler Başmüdürlüğü ( hatta Genel Müdürlüğü olarak da anılır) ve Teftiş Kurulu binası olarak kullanılmaya başlanır.

Yaklaşık 30.00×30.00 metre boyutlarında kare formlu bir kitleye sahip olan yapı, bir büro binası olarak tasarlanmış ve o dönemin idari işlemlerine cevap verebilen oldukça kolay ve esnek kullanılabilecek bir plan şemasına sahiptir. Yapının normal kat planı , dış cepheye bakan odalar ve bunların arkasında çepeçevre dönen bir koridor , iç kısımda yine bu koridora açılan servis mekanları, düşey sirkülasyon sağlayan merdiven ve asansörler ile bunların ışık almasını sağlayan iki aydınlık boşluğundan oluşmaktadır. Zemin kat ise dışarıya açılan acenta ve bunun gibi işyerleri için bırakılmış mekanlar ve bunların arasında katlara ulaşım sağlayan merdiven çekirdeğinden oluşan bir plana sahiptir. Yapı geç bir ART NOUVEAU olarak değerlendirilebilecek mimari uslupla biçimlendirilmiştir. 

Yapının düşey ve yatay taşıyıcılarında çelik putrel ve beton birleşiminden meydana gelen metal donatılı beton strüktür kullanılmıştır. Bu ana taşıyıcıların Güneybatı-Kuzeydoğu  yönünde 7, Kuzeybatı-Güneydoğu yönünde 8 aks üzerine karşılıklı yerleştirilmesi ile bir taşıyıcı iskelet sistemi kurulmuştur. Kat döşemelerinde ana yatay taşıyıcılar tarafından, fer-beton yapım tekniğindeki tali kirişler ile desteklenmiştir. Bu tali kirişler dış cephelere konumlanmış mekanlarda, Güneybatı-Kuzeydoğu  yönünde mekana göre  110-145 cm mesafede yerleştirilmiş ve üzerinde  yer alan 15 cm kalınlığında beton kat döşemesini taşımaktadır. Güneybatı-Kuzeydoğu yönünde her iki cephe merkezinde çıkma yapan mekanlarda, tali kirişler her iki yönde de yerleştirilmiştir. Düşey ve yatay taşıyıcıların birleşim noktaları taşıyıcı kesitin artırılabilmesi için 45 derecelik eğim ile guse yapmaktadır. Sadece örtücü ve bölücü özelliği olan duvarlar tuğla ile örülmüş ve zemin katta 45-50 cm üst katlarda ise 35-40 cm kalınlığındadır.

Bina gerçekten görkemli görünmeye başladı ben içine daldıkça. Yalnız bina, yalnız Karaköy , yalnızca Galata değil İstanbul’un pera”sı yani Karşıyaka”sı da değil galata köprüsü İstanbul’a oradan Bizans’a sürükledi Karadeniz’in poyrazı ile birlikte.

Galata’nın tarihi yalnızca  Bizans la ilgili olmayıp, Akdeniz ülkeleri özellikle Latin tarihi ile de ilgilidir. Akdeniz’de ticaretle uğraşan milletlerin tamamı Bizans’a ilgi göstermişlerdir.  Ticaret amacıyla Bizans’a gelen Venedik, Cenova, Piza tüccarları gibi İtalyan tüccarların çoğu, zaman içinde İstanbul’da Latin kolonileri kurmaya başlamışlardır.

Bu uluslar arasında İtalya Cumhuriyetleri daima birinci sırayı almışlardır. Doğu İmparatorluğu Roma’dan ayrıldıktan sonra dahi bu durum devam etmiştir. O zamandan beri kendilerini İstanbul’da misafir olarak değil ev sahibi olarak düşünmüşler ve her fırsatta bağımsızlık isteklerini gündeme getirmişlerdir. Bizans (Doğu Roma) güçlü iken bunu başaramamışlar fakat arzularından hiç vazgeçmemişlerdir Bizans İmparatorluğu’nun zaafiyeti durumlarında gerekli taviz ve imtiyazları ticaret alanında elde etmişlerdir.Amalfililer, Lombardiyalılar, Museviler, Venedikliler, Cenevizliler İstanbul tarafında mahalle ve ticarethane sahibi idiler. 

991 yılında Venedikliler, İmparator II. Basileios ve 9. Konstantinos’tan bir çok ticari imtiyazlar almışlardır. Fakat bu ticari imtiyazlar diğer topluluklar ticari menfaatlerine zarar vermeyecek  niteliktedir. İstanbul’da ekonomik imtiyazlara ilk sahip olanlar Amalfililer  ile Venediklilerdir. Pizalılarla Cenevizlilerin Ticari hukukunun oluşumu onlardan sonradır.

Bizans hükümeti dış düşmanların baskısı nedeniyle, başı sıkıştığında, kendisine asalak gibi yapışmış olan bu ticari toplulukların imtiyazlarını (avantajlarını) artırarak onların yardımlarını kazanmak istediğinden, ticaretin önemli bir kısmı bu toplulukların eline geçmiştir. Bu nedenle her fırsattan yararlanarak ikamet ettikleri yerler ile çarşı ve pazarlardaki yerlerini genişleterek İstanbul tarafına iyice yerleşmişlerdir.

Latinler  İstanbul tarafına peramatis  kapısı denilen  “Balık Pazarı” kapısından Sirkeci’ye kadar olan yöreyi yani ticari açıdan en faal bölgeyi işgal etmişlerdi. Her cemaatin (topluluğun) işgal ettikleri bölgeler ayrılmıştı. Bu bölgelerde topluluğa özgü “emboryon” veya “embolon” denilen  mısır çarşısı gibi üstü kapalı çarşılar, hanlar, mağazalar bulunmakta idi.Her çarşının kıyıda birer iskelesi olup, Akdeniz ve Karadeniz’in bütün iskelelerine uğrayan gemiler bu iskelelere yanaşırdı. Bu gemiler Hind Okyanusuna kadar giderek oradaki kolonilerden her tür  ticareti yapar ve İstanbul’dan da oralara eşya götürürdü.

Ortaçağın en büyük şehirlerinden  biri olan İstanbul’daki  lüks yaşam , imparatorların bitmez tükenmez israfları, Afrika’dan İran’a uzanan bu ticaret hacminde, koca İmparatorluğun tüm gelirlerinin akıp geldiği durum göz önüne alındığında ne kadar önemli olduğu açıktır.

Rumlar Ticaretten çok siyaset ve hükümet işleriyle alakadar olduklarından, özellikle deniz ticaretinin önemli bölümü bu yabancı tüccarların elinde idi. Zaten Venedik ve Ceneviz donanmaları kendi ticaret gemilerini korsanlara karşı korumakta oldukları gibi her ülkede oluşturdukları ticaret şubelerinin gelişmesi, geleceği ve bağımsızlığına da hizmet etmekte idiler.

Bizanstaki koloniler ise Bizans hükümetinden ayrı ve tamamen bağımsız gibi idiler.

Pizalılar bir “konsül”, Cenevizliler  bir “Podesta” , Venedikliler de bir “Balyoz” tarafından idare olunurdu.

Venedikliler, Venedik donanmasının Bizans hükümetine hizmetinden ötürü  ödül olarak çeşitli imtiyazlara kavuşmalarının ardından İstanbul’da “Pizalılar” eski bağımsızlıklarını almışlardır.

I.Aleksios Komnenos (1081-1118)  zamanında  Venedik donanmasının İmparatorluk donanmasına yardım ederek birlikte savaşması sonucu, Venedikliler İstanbul’da birçok ticari ayrıcalıklar elde etmişlerdir. Hatta İmparator, Venedik “Doj”una yaklaşık vezir derecesinde  olan “Proto Sebastus”  unvanını vermiştir.O zamana kadar Amalfililer’in olan Haliç kıyısında bulunan üç iskele artık Venediklilere geçmiştir.

Hanri Galavani’nin açıklamasına göre, ilk Venedik Ticaretgahı İstanbul’un Marmara kıyısında ve Kumkapı ile Langa arasında imiş. Dr. Mordtmann da Venedik Baalyozunun  “Forum Konstantinos” (Çemberlitaş) cıvarında bir sarayı olduğundan bahseder. 1112 senesinde siyasi olaylar nedeniyle oluşan zorunluluklar sonucu İmparator Aleksios, Pizalılara da Venedikliler ve Amalfililere verilen hukuk ve imtiyazları vermiştir.

Bizans yapıları konusunda araştırmaları ile ünlü Mösyö Paspates’in ifadesine göre, Pizalıların çevresi Amalfililerle, Venediklilerin doğu tarafında ve şimdiki Hamidiye Türbesi cıvarında olup Çifte iskele dedikleri “dipli İskala” ya sahiptiler.

Cenevizlilerin işyerleri ise 1142 yılına kadar şehir dışında ve kıyıda olup, Bizanslılar Cenevizlilerin Metasından yani Ticari eşyasından belli bir miktar vergi almakta idiler. Fakat Cenevizliler, İmparator İones Kömnenos’a verdikleri hizmet ve yardım neticesinde makdu bir vergiye tabi olmak avantajını elde etmişlerdir.1155 yılında ise,  gerek haçlıların gerekse Selçukluların saldırıları sonucu siyasi ortamın kötüye gitmesi sonucu, İmparatorca, Cenova Cumhuriyetini kazanma  gereği, Pizalılara verilen imtiyazlar Cenevizlilere de verilmiştir. Buna karşılık Cenevizliler de Bizans düşmanlarına asla yardım etmemeyi ve Bizans topraklarını savunma ve muhafazayı taahhüd etmişlerdir.

Gerek Rumların gerekse ecnebi Latin toplulukların telaş ve endişelerine karşın Cenevizliler giderek çoğalarak haliç kıyısına yerleştiler.

Cenevizliler Bizans İmparatoru Manuel’e sadık kalmakla birlikte, Almanya ile ilişkilerini kesmek istemiyorlardı.Hatta Alman İmparatoru Frederic Barbarossa ile bir andlaşma dahi imzalamışlardı.Bunu öğrenen İmparator Manuel kızarak, zaten menfaatleri kötüye giden Pizalıları kışkırtmış ve birkaç bin kişiden oluşan Pizalılar silahlanarak Ceneviz çarşı ve mahallelerini basmış ve yağmalamışlardır.Bizans İmparatoru bunu fırsat bilerek bu sefer de Frederic ile anlaşmaları olan Pizalıları cezalandırmak için onları sürmüş ve çarşılarına el koymuştur. Bu olaylar sırasında sayıları üç- dört yüzü geçmeyen Cenevizlilerin çoğu yağma sırasında ölmüş kalanları da göç etmişlerdir.

Cenova Cumhuriyeti ise düştüğü  bu saldırı ve zarara karşın yeniden ticari imtiyazlar elde edilmesi ile durumun telafisi ve bir kez  daha Cenevizlilerin saldırısına  uğramamaları  hususunda ısrar etmekte idiler. Ancak 1169 senesinde verilen ve 1170’de oluşturulan “Krizobul”  (yani İmparator fermanı)  ile buna kavuşmuşlardır. O sıralarda zaten İmparator Manuel ile Venediklilerin arası açıktı. 1171 yılında ise  Venediklilerle meydana gelen bir muharebe nedeniyle, İmparator Piza’lılara eski imtiyazlarını geri vermek zorunda kaldı. Fakat şehir içinde oturmamaları şartı konuldu. Cenevizliler bundan yararlanarak şehre yerleşmeye başladılar.

Latin istilasından endişe eden Rumlar, gerek ticaretin ellerinden gittiğini, gerekse Latin kolonilerinin fırsat buldukça ülkeye verecekleri zararı düşünerek, Frenklere Türkler kadar büyük düşman gözüyle bakmaktaydılar.  

Manuel Komnenos’un halefi II.Aleksios (1180-1183)zamanında halkta Latinlere karşı bir galeyan oluşmaya başlamasıyla 1182 de bir katliam olmuştur..

Mösyö Berlin; “..Latin rahibeleri kiliselerden çıkarılıp def  edildi  ve hastaların hastanelerden, halk evlerinden çıkarıldı.. bütün Latin mahallesi ateşe verilip yağma edildi, ayrım yapılmadan her cinsten öldürülenlerin sayısı çoktu, sokaklarda kanlar aktı ” demektedir.

Guillaume de Tyr da; “ bu ihtilal sırasında katledilen Latinlerin sayısı altı bine ulaşmıştır. Evleri ise yağma ve imha edilmiştir..

Kaçanlar ise gemilere binmiş ve Marmaraya açılarak  karşılık olarak adalar ve sahilde rastladıkları köyleri yağma etmişlerdir. “ demektedir.Hatta bu İstanbul katliamından kaçan bu gemilerden bir tanesi de 1182 tarihinde Arapların eline düşmüştür.

 

 

Poyrazdan Lodosa döndü hava, Bizansın gemilerini arkada bıraktım. Osmanlıya geldik İstanbulda.Sarı Çinili Rıhtım han yok henüz, Osmanlı da gerileme ve kriz dönemleri.

Gülhane Hatt-ı Hümayunu veya bildiğimiz adıyla Tanzimat Fermanı’nı demokrasiye geçiş gibi hatırlarız değil mi? Oysa, yabancıların uluslararası ticaretini güvence altına almak içindir. Gümrük İdareleri kurulmalı, yabancıların ticaret güvenliği organize edilmeliydi. Çünkü 1838’de İngiltere ile Osmanlı ilk ticaret anlaşması imzalamıştı. Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa’nın zorlamasıydı. İngiliz tüccarlar yerli tüccarlarla aynı vergiyi ödeyecekti, sonra da vergi vermemeye çalışacaklardı. 1861’de Fransızlar’da taviz ve imtiyazlar aldılar. Vergilerimiz azaldı. Kırım Savaşı’na borçla girdik, borçlarımızı ödeyemedik. Duyun-u Umumiye kuruldu. 24 Ağustos 1854’de başladığımız borç ödemelerimiz 25 Mayıs 1954 yılına kadar devam etti. Bu borçların ödenmesi için gümrük vergilerimizin tahsilatını da onlar yapmaya başladılar. Gümrük İdarelerinin başına , sahil ve sınırlarımıza Duyün-u Umumiye’nin adamlarını gümrükçü diye oturtmaya başladılar.

Ama Karaköy rıhtımı yok, gemiler açıkta ve kayıklarla yükler taşınmakta. Kayıkçılar para kazanmakta yani bir sektör.

Aynı zamanda zaman ve masraf kaybı. İyi bir iskele yapılması gerekli sirkeciden Karaköye kadar.

Bu arada Sirkeciye bir de Gümrük binası.

Fransa’dan Michel (Misel) Paşa’yı getirdiler. Galata’ya rıhtım yapmak istiyorlardı. Çalıştılar, ancak para yoktu. Devreye Londra’lı işadamı Bay Rothschild girdi, Sirkeci ve Galata’ya rıhtım ve hanlar ve antrepolar yapıldı. Borçlar çoğaldı, katlandı, ancak Çinili Rıhtım Han ve Salı pazarı ambarları yükseldi, ortaya çıktı.

Çinili Han’ın, rıhtımın borçları ödenemeyince, üstüne 1853’de Kırım Savaşı’nda İngilizlerin verdiği 3.000.000 Sterlin ve sonra 5.500.000 altın lira borcu eklenince, borçlarımız arttıkça arttı. Hem Kırım, hem Galata rıhtımının borcuna karşılık Mısır’dan gelecek vergi gelirleri, Suriye ve İzmir gümrüklerinin gelirlerini teminat isteyen Bay Rothschild Sultan II.Abdülhamit’in huzuruna çıkarak;

“Kudüs şehrinin, Filistin’in, Suriye’nin ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nin, yeni kurulacak olan Yahudi devletine verilmesi karşılığında, Osmanlı devleti’nin tüm borçlarını sildirebilirim ve Balkanlarda Afrika’da kaybettiğiniz topraklarınızı geri verdirebilirim” teklifinde bulundu.

Abdülhamit teklifi reddet. Mustafa Kemal Atatürk bu borçları Lozan’da kabul etti ve ödedi.

“Çinili Rıhtım Han” Bu ülkenin bağımsızlık sembolüdür ve tarihidir.

30 Nisan 1861 tarihli Abdülmecit’in ferman ile Gümrük Nazırlığı bizlere emanet bırakılmıştı.  

Galata rıhtımına proje hazırlaması fermanla Fransız Marlios Michel (Mişel) Paşa’ya 1 Mayıs 1879’da görev verilmişti.
Gümrük İdaresine bina yetmeyince 21 Ekim 1897’de bu rıhtım han ve depoların yapılması için ferman buyrulmuştu.
Onlar da 21 Mart 1898’de hanın projesini çizdiler.
Caddeye bakan cephesinin projesi aynı bugün gibi 21 Mayıs 1898’de çizildi
Mişel Paşa Rıhtım Hanı yaptırırken, Karaköy’deki; cami, kilise ve havraları bugüne kadar kalmasını sağladı. (yan sokaklara bakın)
Bugün kalbimizin burkulduğu hanı Dersaadeti çok beğendi. 12 Ağustos 1895’de Misel paşa’ya Meclis İdaresi Reisliği Mecidi Nişanı’nı verdi.
Dersaadet’in Rıntımları, 12 Ağustos 1923’de Rıhtım Han, Yolcu Salonu Gümrüğü, Salı pazarı ambarları (yani yarının Galata Port’u) o zamanlar böyle idi.
Rıhtım Han’ın önünde “Rusumat’ın vazife vapurları” dururdu, koşup hemen kaçakçıyı yakalamak için “Rusumat’ın kano otomobilleri” hazır beklerdi.
İlk Rusumat Emini Edip bey bu binada otururdu. Kim bilir hangi katta otururdu, ilk Gümrük Nazırı “Kani Paşa”

Tekrar döndüm Koca pencereli birinci katın Sarayburnu manzaralı koltuğuna.

Bizler de gençliğimizi, gücümüzü, yüreğimizi verdik o binaya, koridorda heyecanlı koşuşturmalar, odalarda sabahlara kadar çalışmalar, daktilo sesleri süslerdi teftiş katını, müfettişler girer çıkarken dalgalanırdı koca bina, Rıhtım caddesi’nde ikinci muayene için yürüyen, selamlaşan müfettişlerle süslenirdi. Odalarının maroken kapılarını görünce duvara yaslanıp üstadlarını selamlayan kıdemsizler ve lütfedip gözüyle selam alan büyük üstadlarımız.

Hepsi işte dün mazi oldu. Abdülhamit gibi, Abdülmecit’te gitti, Mişel Paşa da, Edip bey, Kani Bey’ler, İhsan Akınlar, Mehmet Ali Devecioğlu, Kenan Rıza Şahinoğlu, Abdullah Şişiç, Nizamettin demirkol, Hidayet Karagül’ler, Celal Erel’ler, Necati Berentler, Yahya Benakaylar, hepsini uğurladık. Tıpkı dün uğurladığımız Çinili Rıhtım Hanımız gibi.

Ve ziyaretçileri, İhap Subaşı, Recai Arslan, Hüseyin Tabakoğlu, Ömer Erim, Afacanlar, tarzan Hüsnüler, Emin Efendiler, hangi birini saysam

Bu arada Yahya Benakay’dan bahsetmezsem olmaz. Şair, senarist, öykü yazarı güzel insan. Vefat ettikten sonra ilk eşinden olan oğlu annesinin özenerek hazırladığı 1950 li yıllardan kalan şiir defterini getirdi bana. Eskiler yeterli gelmedi, ikinci eşini aradım daha sonraki dönem şiirleri için. Vermedi. Ben bastırıcam dedi. Böylece şiiirlerini kitap olarak basamadık. Nedenini öğrenemedim. Ama Yahya Benakay Çinili Rıhtım Han ın bir sembolü idi. Artı anlatmazsam olmaz. Ne yazmıştım Yahya Benakay’a dair ; “…Geçmiş zaman olur ki, hayali cihan değer …derler . Eski not karikatür ve fotoğrafları incelerken elime Gümrük Müfettişleri Sendikası ‘nın çıkardığı Denetim dergisinden sakladığım bir bölüme takıldım Saklamışım  işte. Yahya Benekay’a dai arkadaşı olan Necdet Bilecik’in bir değerlendirmesi vardı. Aklıma geldi rahmetli Benekay. Genç arkadaşlar fazla bilmezler fakat Yahya Benekay ismi ben Teftiş Kuruluna girdiğimden bu yana adını duyduğum renkli bir kişilikti. 

Adı tanıdık gelmişti, sonra anımsadım çocukken izlediğimiz “Mezarımı taştan Oyun” “Ferhat ile Şirin” benzeri Türk Filmleri aklıma geldi .Bu ve benzeri filmlerin senaristi iidi. Müfettiş ve senarist tanışmayı çok istedim. Bir ara Müsteşar yardımcısı oldu .Birkaç kez kalabalık sohbette dinlemiştim kendisini .Romanya göçmeni, araştırmacı, duygusal , sevecen , kendisiyle barışık güzel bir insandı.

ANAP kurulmuş iktidar olmuştu. Fakat her tek başına iktidarın başına gelen problemler başlamış bir daha iktidardan gitmeyecekleri vehmine kapılarak ipin ucu kaçırılmıştı. İşte o sıralar Ankara’da bir arkadaşla beraberken;   Bir öğle yemeği (ki Ankara’da bilirsiniz önemlidir, Öğle Yemeği)  davetinde Yahya Beyin de Ankara’da olduğunu ve kendisinin hısmı, yakını olması nedeniyle beraber olabileceğimi   öğrendim. Sevimsiz bürokratik kavgaların ortasında çok hoşuma gitti ve nitekim sohbetten büyük keyif aldım. Ancak unutmadığım bir şiiri, Pir Sultan Abdal’ın bir dörtlüğünü orada Yahya Bey’den dinledim. ANAP’ın bozulma dönemine ilişkin şu dörtlüğü bana mesel olarak verdi.;

 

                  “Hilkattan vermiş o balı,

                  Bahanesi olmuş arı,

                  Dinle Şimdi ah ü zarı

                  Arı inler bal içinde”…

                  Çok hoşlanmıştım, bu şiirsel yorumdan.

Denetim dergisinde bakın Necdet Bilecik neler anlatmış;

“..Yahya ile 1947 yılı Kasımında tanıştık.Mülkiye’ye aynı anda girmiştik.Benim numaram 41. onunki 46 idi.Mülkiye’de iken kuvvetli bir şiir tarafı vardı.10 yıldır yeni şiir yazdığı yok , işi yazarlığa döktüğünden yeni şiirlerine rastlamak zor. İlk okul çağında Romanya’dan göç etmişler Türkiye’ye.  Burada “Bir muhacir Türküsü” adlı şiiri ile hislerini dile getiriyor;

 

“Ağır ağır beşi vuru çan

Kastamonu’da bir akşam üstü

Aklımdan, doğduğum Romen köyü geçer

Sonra, beni Türkiye’ye getirenlere dua ederim.

Yağmur birikintileri ıslar kunduralarımı

Genzimi bir deniz kokusu yakar

Nazım vapurunun güvertesindeyim.

Anamı deniz tutmuş kusar

Ben bir muhacir türküsüne katılmışım delice;

“Şu vapururn dumanu budaktır budak

Gitti Dobruca halkı kalmadı konak”

Tunalı bir çobanitsa vardı

Doyna’lar söylerdi bana yaşım kadar güzel

Sonra adım Yahya diye kızar

Ağlardı.

O gece Telegram etmiş Konsol

Uyku mu tutar gözlerimiz

Bir Alamana kaldı , bedavadan 

Evimiz.Otuz pare köy ortalıkta

Ana-Baba günüydü rıhtım.

Bir gemi kalktı limanan

Sıyrıldı deryanın yüzü.

Güldürdü hayli zamandan 

Beri asık yüzümüzü.

Köstence gerilerde bir yığın çakıl

Sonra. İnsan delisi dalgalar.

Nazım vapurunun güvertesindeyim

Anamı deniz tutmuş kusar.

Ben bir muhacir türküsüne tutulmuşum delice.

Ağır ağır beşi vurur çan

Kastamonuda bir akşam üstü

Aklımdan doğduğum Romen köyü geçer

Sonra, beni Türkiye’ye getirenlere dua ederim…

 

1948 yılında Gazi terbiye Enstitüsünde bir şiir gecesine yine beraber gitmişltik.O gece yeni yazdığı bir şiirini okudu; 

 

BİR GECE YARISI TUTTURDUM

 

İçmeden durulmuyor bu şehirde 

Yuvarlanır gidersin kıt kanaat

Sevdalanırsın üstelik bir de

Meyhaneler dolar taşar bu saat

İçmeden durulmuyor bu şehirde

 

Zihnini kemirir toy bir düşünce

Kendin bile kendini tanıyamazsın

Böyle mi düşer ki insan düşünce

Ey arzum sen hiçbir yere sığmazsın.

 

Bir bardak şaraba akseder dünya

İç oğlum açılır, iç hafiflersin

İçinde gömülü olduğun rüya

Ne baştan başlasın ne sona ersin 

 

Buzlu akşamların rengiyle donar

Kurşun gibi çöker gurbet içine

Bu et kemik beden bu duyguya dar

Gel hükmet kadirsen gayri niçine .

 

İçmeden durulmuyor bu şehirde

Yuvarlanır gidersin kıt kanaat

Sevdalanırsın üstelik bir de

Meyhaneler dolar taşar bu saat

İçmeden durulmuyor bu şehirde…

 

Yahya Benekay bu şiirini 1947 yılında Ankara’da tanıdığı ve bilahare dostluk kurduğu Öykücü Selami Başkurt’a  ithaf etmişti. Bu büyük hikayecinin sonu pek acıklı oldu. Alkolik olup Kadıköy’de değnekçilik bile yaptı ve mavi ispirtodan komaya girip öldü.

 

Bu şiirin hoş bir anısı da vardır.1953 yılının Kasımında bir gün Yahya bey, yanında Selami Başkurt olduğu halde Çiçek pasajında oturup başlıyorlar içmeye. Bir müddet sonra , yandaki masadan bu şiirin okunduğunu duyuyor bizim Yahya bey büyük memnuniyetle başını çeviriyor o tarafa. Gördüğü manzara şu. Masada iki genç oturmuşlar şarap içiyorlar. İçmekten gözleri kan çanağına dönmüş gençlerden biri arkadaşına doğru eğilmiş;

 

 İçmeden durulmuyor bu şehirde

Yuvarlanır gidersin kıt kanaat

Sevdalanırsın üstelik bir de

Meyhaneler dolar taşar bu saat

İçmeden durulmuyor  bu şehirde.

 

Şiirin okunması biter, şiiri dinleyen genç elinin tersiyle vurur masaya ve aynen “ Ulan Eşşoğlu eşek ne yazmış bee”

Yahya’ya göre Şairlik hayatında gördüğü “taktir hissi “ bundan ibaret Zaten bu hikayeyi ilk defa bana anlatırken açıklamada da bulundu; “..Azizim, buradaki “ Eşşoğlu eşek” taktir manasında kullanılmıştır..”

Yahya Benekay gerçekten ilginç , örneği az bulunur insanlardan birisi idi. Soruşturmalar ve Teftiş sırasında her yöreyi araştırır, törelerini inceler ve bunları anlatırdı. Bu arada film senaryolarına da zaman ayırırdı. “Burası göz göze geldiğimiz yer “ adlı şarkının sözleri de ona aitti…”.

Bu arada bu bina deyince ne renkli simalar vardı. Gümrük Müşavirleri (eskiden Komisyoncu denirdi) Recai Aslanları, Ömer Erimleri, Hüseyin Tabakoğlu’nu, Stelyoları, İhap Subaşıları, Münir Kanokş’lar, Mithat Akar’lar , Muhafaza memuru Muzafferi, Emin Efendiyi,  odacımız Hüseyin efendiyi, ayrıca, Ünal Yaltırık, Oğuz Anter, İhsan Erday, Oktay Ergül, Coşkun Aydınoğlu, Mutlu Otman, Erdoğan Saitoğlu, Necati Can, Bahri Öktem, Kemal Akşar ve Tuğrul Artanları anmazsam da olmaz. Çinili Rıhtım hanın şimdi boş kubbelerinde hoş sedalar olarak kaldıklarını hayal ediyorum.

Yeni Müfettiş olmuşum aradan sanırım 6 ay falan geçmiş. İktidarlar değişip duruyor. İşler çok. Ortam gereği Müfettişler derneği kurulması gündemde. Daha önceki dernek 12 Mart kararlarıyla kapatılmış. İşlemler bitti “Gümrük ve Tekel Bakanlığı Müfettişleri Derneği” kuruldu.Bir süre sonrada siyasette 11 ler olayı oldu ve yeni bir koalisyon kuruldu. Yeni Bakanımız Mataracı.  Ortalık karışık.Yolsuzluk iddaları var, sırada Gümrükler Başmüdürü Oktay Ergül abimiz. Sanırım demir ticaretinde yolsuzluk da Mataracı’nı adı medyada geçiyor. Mataracı Oktay Beyi açığa aldı. O arada ben dernek başkanı olarak seçildim. Teftiş Kurulu Başkanı ile aramız yok.  Teftiş kurulunun Müşavir Müfettişleri Oktay beyi severler. Biz de öyle , ayrıca Müfettiş kökenli sahip çıkmamız gerekiyor. Çeşitli vesilelerle Baknla görüşmeler ayarlanıyor, Bakana eleştiriler getiriliyor ama sonuç yok. Biz de bir muhtıra hazırladık Bakana karşı çoğunluk imzaladı ve muhtıra iletildi.  Birden Bakan beyin Dernek Başkanı olmam hasebiyle sempati ve ilgisi arttı. Gece Atilla Koruyan o sırada Çaykur Genel Müdürü, Bakanla beraber geceleyin “ Mustafa Bakan seni istiyor” der. Hadii giyin, Makam arabası gelir. Ben Kurtuluş’ta çatı katı kiralık bir dairedeyim. Gelen araba Makam arabası, dikkat çekiyor tabi.

Neyse Otelin Kral dairesi, oda kalabalık kimler yok ki. Bakan hoş geldin Müfettişim falan..Atilla abiya sordum , ne iş.

Valla ben de bilmiyorum tutturdu Mustafa beyi çağırın diye.

Ortada bişey yok birileri ile tanıştık sonra da döndük.

Aradan bir süre geçti, Rahmetli M.Ali Devecioğlu, İhsan Akın, Celal Erel gibi kıdemliler Bakandan randevu almışlar ve Tekel Unkapanı Genel Müdürlük binasında buluşacaklar. Akıllarına gelmiş olacak kii bi dernek başkanı var onu da çağıralım..Olur dedim.

Toplantı odası büyük bir masa ve dizildik. Bakan geldi oturdu, hoş beş, çeşitli konular neyse konuya geldik.

Oktay beyin durumu, Merttir, namusludur, bilgilidir, hata yapmış olabilir bu seferlik affedilsin vs vs .konuşmalar uzadıkça nuh deyip peygamber demiyor Mataracı.Ben sadece dinliyorum  Bi ara sessizlik oldu ve benden bir çıkış. 

Sayın Bakanım Oktay bey üstadımızdır. Ona her açıdan güvenimiz sonsuzdur. Üstatlar da belirttiler ama ortalık siyasi anlamda karışık, yarın bu olayla ilgili hesap verebilirsiniz,gibi birşeyler söylerken masa altından ayağıma darbeler geliyordu.Nasıl konuşuyorsun diye. Mataracı toplantıyı bitirdi, yavaş yavaş çıkıyoruz, tam ben çıkarken Bakandan;

Mustafa sen kal dediğini duydum.

Ulan 55 kiloyuz maşallah Bakan iri yarı, artı deli dolu.

-Bu yaptığıın seninin gibi delikanlıya yakışır mı, demez mi.

Hayırdır sayın Bakanım nooldu dedim

Yahu bu kadar İstanbul’a gelip gidiyoruz dernek olarak bi toplantı yapıp bir yemek düzenlemez mi insan.

Haydaaa.

Derhal sayın bakanım ben hallederim tarihleri size bildiririm dedim.tokalaştık ve çıktım. Tabi üstatlar beni bekliyor heyecanla, Noldu ne istedi heyecanlanmışlar.

Gülmeye başlayarak durumu anlattım.

Tabi bir sorun vardı. Hem muhtıra ver hem de yemek ver..

Uzun uğraşılardan sonra, kimsenin giremeyeceği Galatasaray adasını dostla sayesinde kapattık.Günü belirtmek ve Müfettişleri çağırma Teftiş Kurulu Başkanının yetkisinde. Bakana durumu ilettim. 

Sana yetkiyi veriyorum Başkana emrim olduğunu söyle dedi de ben arada kaldım.

Neyse alıştırarak durumu izah ettim ve şu tarihte Müfettişler toplanacak talimatını verdirdik Ama Başkan Necati beye bu olayın oluşumunu adanın kıyısında Bakanı beklerken 5-6 kez izah etmek zorunda kaldım

Yemek kazasız belasız bitti. Medya da bunu duyamadı..

Ama faydası Müfettişlere silah taşıma izni ile Denetim elemanlarına fazla mesai verilmesi Maliyecileri engellemelerine karşın Mataracı sayesinde devamlı olarak çıkarılmış oldu.

Şiir, karikatür falan derken bir martı geldi Fransız balkonun tırabzanına, bana bakıyordu, sen kimsin diye. Nerden nereye, Antep nere İstanbul nere;

Yıl 1963, Gaziantep  ortaokuldayım. Kıbrıs çıkarmaları sırası garip bir heyecan pankartlar yazdım. Birisi de Ya Taksim ya Ölüm. Ne anlamı var bilmiyorum ama oldukça hamasi duygular. Taksim ne bilmiyorum bile. O arada duymuşum İstanbul’da bir taksim meydanı var. Pek aklım basmıyor. Vatan Millet gidiyoruz. Daha İstanbul nere biz nere. İstanbul’a geldiğimde yıl 1975. Bilinen yer Beyoğlu Taksim. Müfettiş olduk ya şık giyinmek durumundayız. Kıyıyoruz paraya üstatlar öyle diyor.

                  Kafe de Paris karşısında Kristal Hamburgercisi, soslu, yanında ayran, biraz ilerde Maksim gazinosu ve meydan .  Nereden Bileyim ki, 5-6 metre altı Büyük mezarlık olduğunu. Üzerinde keyif yapıyoruz kemiklerin.

                  Nerden bilecektim sular idaresinin bu mezarlık üzerinde kurulduğunu ve buradaki su depolanma yerinden suların İstanbul’un çeşitli semtlerine taksim edildiğini ve onun için meydana TAKSİM denildiğini.

                  Nereden bilecektim, Fransız  Kültür  Merkezinin  Veba salgını için kurulan “Kara Hastane” olduğunu.

                  Nereden bilecektim, Ağa Camiinin Osmanlı da Beyoğlundaki  tek Müslüman yapı olduğunu ve  Galata Sarayı şeyhüharemi Hüseyin Ağa tarafından yaptırılıp şadırvanında Mimar Sinan’ın yıkılan başka bir camisinden daha sonra getirilen mütevazi bir eser olduğunu; Sular idaresinin duvarlarında yavrusuna yem taşıyan güvercinlerin kabartmalarını olduğunu.

                  Nereden bilecektim meydana yakın “kutsal Üçlü” denilen özelliklere sahip koca kilisenin görkemi ve sihrini.

                  Bilmiyordum bira ve karides için gittiğimiz Çiçek pasajının 1876 yılında Hristaki tarafından yaptırıldığını. 24 dükkan üzerine 18 daireden oluştuğunu ve apartmanlara Cite de Pera dendiğini Pasaja da Hristaki pasajı dendiğini, 1908 de Sadrazam Sait Paşa’nı aldığını; 1917 yılında Rus devrimi sonrası kaçan beyaz Rus kadınların  İstiklal caddesinin köşelerinde Çiçek satmaya başladığını, daha sonra Çiçekçi dükkanlarını buraya açmaları ve çiçek gibi rus kızları nedeniyle adının Çiçek pasajı olarak değiştiğini.

                  Ragıp Paşa’nın neredeyse Beyoğlu’nun yarısına büyük binalar yaptırdığını ve Rumeli Pasajı  ve Anadolu Han gibi devasa hanların onun tarafından yaptırıldığı ve de Nevizade deyince aklımıza gelen güzelim Rakının ilk defa Ragıp Paşa tarafından imal edildiğini;

                  Ve bilmiyordum İstanbul’un ilkleri ve en’lerini;

 

1-) Şehrin İlk Sakinlerini;

(Şehrimizin ilk sakinleri genel olarak bilinen ne 2700 yıl önce Atina’dan gelen Megaralılar,ne ondan daha önce anadolu yakasına yerleşen Kalkedon lular nede 7000 yıl önce Fikirtepe’ye yerleşen neolitik çağ çiftçileridir.İlk İstanbul’lular bundan 400.000 yıl önce Küçükçekmece yakınlarındaki yarımburgaz mağarasını mesken tutmuşlardı.Paleolitik çağlara ait katmanlarda çeşitli fosil hayvan kalıntılarının kültürel belgelerle birlikte yoğun bir biçimde elde edildiği yarımburgaz mağarası sadece istanbul’un değil balkanlar,avrupa ve yakındoğu’nun en eski yerleşim birimlerinden biridir.)

2-)En Çok İsmi olan Şehir olduğunu;

(Tarih boyunca her millet tarafından sahip olunmak istendiğinden ayrıca kültür,güç ve din merkezi olduğundan dolayı her bir millet İstanbul’a değişik özel isimler vermiş olup,bugüne kadar kayıtlı bilinen 60 ‘ın üzerinde ismi vardır.Bunlardan en çok bilinenleri,Bizantion,Konstantinopolis,Konstantiniyye,Darüssaade,Asitane,Stinpoli,Yankovice,Vizendovardir.Bunların içinde  en gurur verici olanı ise şehre ilk adını veren Yunanlıların günümüzde dahi kullandıkları.Polis yani şehir,dir.)

3-) En önemli kadınlar şehri olduğunu;

     ( Kadınlarla ilgili iki özelliği ile Istanbul hem Roma dönemi hemde Osmanlı döneminde dünyadaki tümşehirlerden öne çıkmıştır.Bunlardan ilki Kadınların her devirde siyasette son derece etkin olmasıdır.Roma döneminde yaşayan tarihte çok önemli izler bırakan imparatoriçeler Teodora,İrene,Zoe gibi kadınların yanında Osmanlı dönemindede  hem siyasete hemde tahta direk olarak hükmeden Hürrem,Kösem,Nur Banu sultanlarda aynı geleneği sürdürmüşlerdir.Bu kadınların içerisinde en önemlileri Roma döneminde Teodora ve Zoe ile Osmanlı döneminden Hürremdir.Teodora Amigo kızlıktan Jüstinyen gibi bir imparatoru yönetecek konuma gelmiş,Zoe ise 50 yaşında imparatoriçe olup ,64 yaşına kadar ardarda gelen dört imparator ile evlenmiş ve imparatorluğu kontrol etmiştir.İstanbul’un kadınlarla ilgili ikinci önemli özelliği ise Istanbul tüm dünya şehirleri içinde kadınlar için yapılmış yada kadınlar tarafından yaptırılmış eserlerin en çok olduğu şehirdir.İstanbul gibi  kadın eli değmiş sayıları binleri aşacak kadar kilise,manastır,ayazma,şifahane,saray,koru,köprü,suyolu,külliye,cami,çeşme,hamam,hastane gibi mimari eserler ve bunların varlık sebepleri olan kurum teşekkülleriyle gerçekleştirilmiş bir dünya kenti mevcut değildir.Erkeklerin yanında pekçok sosyal faaliyet ide  organize etmiş bu kadınlar tarafından gerçekleştirilen ve bugün dahi varlığını sürdürüp hizmet veren 250 kadar eserden bahsedilebilir.)

4-)ilk Üniversitenin ne zaman kurulduğunu;

(İstanbul’un ilk üniversitesi 425 yılında kurulmuş olup,bulunduğu yıl itibarı ile Dünyadaki en önemli üniversitelerden biri olmuştur.Bu Üniversite özellikle  I.Teodosius döneminden beri iki dil konuşulan imparatorlukta dil eğitimine ağırlık vermiştir.Kurulduğu zamanda Üniversitede 31 kürsü bulunmaktadır.Bu kürsülerden onunda Latince,onunda Grekçe gramer,üçünde latince ,beşinde grekçe hitabet 2 sinde hukuk ve 1 inde felsefe eğitimi verilmiştir.Hitabetin kariyer açısından çok önemli olduğu İstanbulda çocuklar okula başlar başlamaz ilkönce gramer öğrenir,bunu daha ileri gramer sözdizimi ( sentax) ve rhetorika ( konuşma sanatı )izlerdi.Bu yeteneklere sahip olmayanların hem devlet hemde din kademelerinde herhangi bir yere gelmeleri nerdeyse imkansızdı.Okuma yazmayı öğrenen çocuklar hergün 50 dize Homeros okumak ve ezberlemek ardındanda okuduğu ile ilgili bir kısa sunum yapmakla ödevlendirilirdi.Üniversitenin son sınıflarında ise felsefe,bilimler ile 4 sanat yani aritmetik,geometri,müzik ve astronomi öğretilirdi.)

5-) En büyük holiganizmin nasıl olduğunu;

(13 Ocak 532 İstanbul tarihinde yaşanan en kanlı olalardan  birine tanık olmuştur.Hipodromdaki büyük yarışta maviler ve yeşiller arasında bir tribün ayaklanması olarak başlayan bu isyan  şehir sathına yayılmış birkaçgün içinde Ayasofya dahil birçok binanın yanıp kül olmasıyla sonuçlanmıştır.İmparator Jüstinyen ve yöneticilere karşı birbaşkaldırı halini alan bu isyan İmparatoru şehirden kaçacak hale getirmiş ancak son anda eşi Teodora’nın telkinleriyle şehirde kalan imparator isyancıları bastırma kararı alarak yaklaşık 40.000 isyancıyı kılıçtan geçirmiştir.bugünkü Ayasofya’da bu isyan sonrasında yıkılanın yerine Justinyaen tarafından yaptırılan Ayasofya’dır.Bu isyan tarihe Nika isyanı yada Nika ayaklanması olarak geçmiştir.)

6-) En çok kuşatılan şehir,en etkili savunma silahın ne olduğunu;

(İstanbul MÖ.340 da başlayan ilk kuşatmadan 1453’te Osmanlılar tarafından fethedilinceye kadar 29 defa büyük kuşatma yaşamış bunların birçoğunda kuşatanlar başarısızlığa uğramıştır.Bu başarılı savunmanın sırrı grejua,yada rum ateşi denilen ve formülü bır sır olarak tarihe gömülen ateş topudur.Hem karada özelliklede denizde herşeyi yakan bu silah ile haliç ve sarayburnunda konuşlanmış nice donanmalar denizle birlikte yanarak kül olmuşlardır.Eğer 7.yy daki büyük arap saldırısı bu ateş sayesinde yok edilmeseydi tarihçilere göre bugünkü dünya düzeni tamamıyla farklı olurdu.)

7-) En Zalim İmparator En  garip katliamın nasıl olduğunu;

(976- 1025 yılları arasında tahta olan Makedonyalılar hanedanından II Basil zamanında Roma ordusu tam bir savaş makinesi haline gelmiş olup,II Basil’in taktikleri ve hırsı ile hiçbir savaşı kaybetmemiştir.Daha önceleride defalarca Roma’ya saldıran ve İstanbul yakınlarına kadar gelen Bulgar Ordusuna bir ders verme zamanının geldiğini düşünen II Basil 14 Temmuz 1014 ‘te Saldırıya geçme hazırlığında olan Bulgar ordusunu dahiyane bir plan ile kıstırır ,Bulgar Kralı Samuel bu kargaşada kaçmanın  bir yolunu bulsada ordunun büyük bir kısmı esir alınır.İmparator esir alınan 14 bin kişiyi 100 er kişilik 140 guruba ayırır.Guruplardaki 99 kişinin ikişer gözü sadece kalan bir kişinin tek gözü çıkarılr.Bütün bu 14 bin kişi sadece tek gözü olan 140 k,işinin nezaretinde Ekim Ayı sonlarında Bulgar İmparatoru Samuel’in olduğu Prespa kalesine varır.Bu durumu gören Samuel Kalp krizi geçirerek orada ölür.Sırayla tahta geçen iki oğluda durumu sürdüremezler  biri diğerini öldürür ,kalan ise savaşta ölür ,ailesi tüm fertleriyle birlikte Basil’e sığınır ve Kuruluşundan 32 yıl sonra Bulgar Krallığı tarihten silinir.Bu olaydan sonra resmi tarihte dahi II Basil yerine Bulgaroctonus ( Bulgar kasabı ) olarak anılmış ve anılmaktadır.)

8-)En büyük yağmalamanın olacağını;

(İstanbul’un tarih boyunca yaşadığı en kara günlerden biri  12 Nisan 1204 tür. 4.Haçlı seferinde olan haçlı ordusu sabahın erken saatlerinde saldırıya geçer ve çok organize olmuş saldırılar sonucu şehri ele geçirirler.Açılan kapılardan akın akın şehre giren Latinler karşılarında büyük bir dirençte bulmayınca önce genç,yaşlı,kadın,erkek demeden tam bir katliama girişirler.Akşam olduğunda ise şehri tamamen ateşe verirler.Şehrin doğu kısmı tamamen kül olur.Halktan sağ kalabilenler can derdine düşer ve kaçmaya çalışır.Bu arada İmparator V.Aleksios’da ailesiyle birlikte kaçar.

13 Nisan Salı ile 15 Nisan Perşembe Akşamı arasındaki üç gün boyunca dünya tarihinde ne daha önce ve nede daha sonra görülmemiş bir vahşet yaşanır.yaklaşık dokuzyüzyıl boyunca oluşturulmuş muhteşem eserler acımasızca yok edilir ve yağmalanır.Evler dahi talan edilmiş ev halkına tecavüz edilmiş ve katledilmişlerdir.

Evlerdeki çatal ,kaşık ,bıçak türü tüm madeni eşyalarda toplanmıştır.Daha sonra kilise ve manastırlar hedef seçilmiş,şehir halkınca çok kutsal sayılan ikonalar parçalanarak yerlere atılmış,Tüm değerli metaller sökülmüştür.En büyük felaket ise Ayasofya’da yaşanmış olup,İkona,fresk ve mozaiklere verilen zararın yanında tüm kutsal metal eşyalar toplanmış,kilisenin trabzanlarını ve parmaklıklarını kaplayan gümüşü ,sahane sunak ve kapılarla diğer şeyleri süsleyen altın ve değerli madenleri sökmek için mabedin içine katır ve eşekleri sokmuşlar ,bütün bu yağmalama sonrasında da Ayasofya’yı bir eğlence yeri ve bircok ahlak dışı maksatlar için kullanmışlardır)

9-)Suyla en içiçe olan şehir olduğunu;

(Kuruluşu bir yarımada üzerinde olan İstanbultarihin her devrinde su ile çok içiçe olmuş ve tarihçilere göre dünyadaki en temiz ve bakımlı insanların yaşadığı şehir olmuştur.4.yüzyılda başlayan sarnıç sistemleri  ile bugün dahi kullanılabilecek durumda olan su depoları sayesinde şehir her zaman su ile içiçe olmuş ,Osmanlı zamanında ise Roma’nın durgun su sistemi yerine şehir akar su çeşmeleri ile donatılmış ve yine bir roma geleneği olan hamamlar topluma açık kullanımla birlikte evsel yaşama dahil edilmiştir.Fatih döneminde 200,II Bayezid döneminde 70 Kanuni döneminde 700 çeşme yaptırılır.

İstanbul çeşmeleri ile ilgili en önemli kaynak olan Hilmi Akışık’ın İstanbul çeşmeleri adlı eserinde sahibi ve yaptıranı belli olan 794 ve toplamda 1165 çeşmeden bahsedilir.Ayrıca 17.yy İstanbul’unda halka açık 300 adet hamam,köşk,yalı,konak ve saraylarda ise 4000 adet özel hamam olduğu kaynaklarda yer almaktadır.Nufusa oranla bu rakamlar dünyada hiçbir sehirde mevcut olmamıştır.)

10-)İlk düzenli anayasanın olduğunu;

(İstanbul tarihi üzerinde en çok iz bırakan imparatorlardan biri olan Jüstinyen 528 yılından itibaren bayındırlık ve hukuk alanında çok büyük faaaliyetlere girişir .Vergi hukukunu tamamıyla yeniden düzenler ve Roma’nında tek hakimi olduğu için 530 yılında verdiği emirle Trobonian başkanlığında bir konsey kurar ve dağınık halde olan eski roma hukukunu gözden geçirttirir.Bu  o tarihe kadar yapılan en büyük hukuk çalışması olup,2000 kadar anlaşma 50 kitapta toplanır.Çeşitli zamanlarda yayınlanmış hükümler ifade eden 3 milyon madde ise 150 bine indirilir.Üç yıl içinde tamamlanan bu inanılmaz çalışma sonunda kanunlar ve kurallar iki büyük kitapta toplanarak Codex Jüstinyen adı ile tüm roma eyaletlerine dağıtılır ve Hukuk fakültelerine gönderilir.Bugünkü Roma Hukuku’nun düzenli temelleride bu Kurallara dayanmaktadır.) 

11-) İlk ticari Vize uygulamasının yapıldığını;

(860 yılından itibaren Ruslar  istanbul’a karşı çok siddetli saldırılarda bulunmaya başladılar.Bu saldırılardan ikisinde şehrin surları yakınlarına kadar geldiler.Ancak 10.yy sonlarında hızla gelişen ticari iişkiler Rus tüccarların hem deniz hemde kara yoluyla şehre girmesini kaçınılmaz kılıyordu.944 yılında çıkarılan Kanunla Rusların şehre girişlerinde tüm yabancılarında yaptığı gibi Adalet Prafecteosuna başvurmaları gerekiyordu ve bu başvuru ile birlikte aşağıdaki kurallar uygulanmaya başlandı

-Toplam şehirde kalış süresi bir yıllık süreçte 3 ayı geçemezdi

– Ticaret amacı ilede olsa sur içi bölgesinde yaşamalarına izin yoktu.

-Kalmaları için özel tahsis edilmiş bölge dışına çıkmayacaklardı

– Şehre sadece bir kapıdan özel görevli eşliğinde girecek ve aynı kapıdan çıkarak şehri terk edeceklerdi

– Hiçbir şekilde silah taşıyamazlardı

-Ne sebeple olursa olsun 50 kişiden fazla guruplar oalrak şehre giriş yapamazlardı.

XI.yüzyılda vizeye tabi olan coğunluğu İtalyan tüccarlardan oluşan 60.000 yabancı başkentte yaşamaktaydı.)

 

12-)İlk düzenli yemek kültürünün olduğunu;

(5.yy dan itibaren İstanbul’luların yemek kültürü tüm dünyada görülmemiş bir zenginlik ve düzene sahipti.Düzenli bir sabah kahvaltısı ile başlayan gün ,öğle ve akşam yemeği olmak üzere düzenli üç öğünden oluşmaktaydı.Sabah kahvaltısında bugünde kahvaltılık adı verdiğimiz sıcak yemek dışı besin yeme alışkanlığıda İstanbul’da var olmuş bir düzendir.Yemek öğünlerinde önce bir ordövr daha sonra hristiyanlık öncesi dönemlerden gelen gakos denilen bir sos eşliğinde balık yemeği izlerdi,pek rağbet görmeyen bir tür kızarmış etde alternatif olarak sunulur ve yemek tatlı ile son bulurdu.Yemeklerde daima zeytinyağı kullanılır ve Khios adasından gelen beyaz şarapta sos olarak kullanılırdı.Böyle bir özenin hiç görülmediği Avrupa’ya göre sofralar çok daha temiz ve çoğunlukla güzel elişi örtüler ile donatılırdı.insanlar yemek odasına girmeden önce dışarıda giydikleri ayakkabıları çıkarır sandalyelerde oturarak yemek yerlerdi.Daha önceleride bilinen kaşık ve bıçağın yanısıra ilk defa çatalda düzenli olarak İstanbul’da kullanılmaya başlanmış ve nasıl kullanıldığını öğrenen İtalyanlar tarafından Avrupa’ya tanıtılmıştır.)

13-)İlk  İmar planının İstanbul’da olduğunu;

(474-491 yılları arasında hüküm süren Zenon nufusu hızla artan şehirde bir takım düzenlemelere gitmiş ve muhtenmelen dünyadaki ilk yada ilklerden biri olan modern şehircilik imar nizamnamesini yayınlamıştır.Çok katı bir şekilde uygulanan bu nizamnameden bazı maddeler şöyledir:

-Sokak genişlikleri ne şartlar altında olursa olsun3,5 metreden az olamaz

.-Evlerdeki balkonların yükseklikleri 4,5 metreden ve uç noktasının en yakın evden uzaklığı3 metreden daha az olamaz

.-Hiçbir ev komşusunun ışığını gölgelendirmeyecek ve deniz manzarasını engellemiyecektir.

-Her evde atık su borusu ve yağmur olukları olacaktır.

-Taştan yapılan evlerin tüm dış yüzeyi    sıva ile kaplanacak,)

14-)Tarihteki en görkemli düğünün İstanbulda yapıldığını;

(1582 yılında gerçekleşen III Murad’ın oğlu şehzade Mehmet’in sünnet düğpünü şehrin gördüğü en görkemli kutlamadır.Planlamaı bir yıl önceden başlayan bu tören birinci derecede bir devlet meselesi haline gelmiş ve çok yüksek mertebedeki devlet görevlilerini bu düğün ile ilgili özel görevler verilmişti .( Örnek:anadolu Beylerbeyinin Şerbet sorumlusu olması)

Ziyafet için tüm tabak ve tepsiler yeni yaptırıldı ve hipodrom etrafındaki tüm konak ve saraylar düğüne davetli  yabancı  sefrlerin rahatça konkalayıp düğünü izleyebilmesi için komple restore edildi,

Kutlamalar 1 Haziran Günü sultanın gelmesi ile başladı.Şehrin bütün loncaları Sultan’ın altın tahtının önünde geçit yaparak atların çektiği arabalar üzerinde yaptıkları işleri sergilediler.En ilginci olan tellak loncası Birçok atın çektiği bir platform üzerine kurulan çinili bir hamam üzerinde kese yapıp,yıkanan vücutları ovuyorlardı.Üzerleri komple ayna parçacıkları ile kaplanmış 150 oğlan çocuğu ayna yapımcılarının maharetini göstermek üzere izleyicilerin üzerine karmaşık yaz güneşi yansıtıyordu.Ingiliz Mühendis Edward Webbe’nin hazırladığı havai fişekler göz kamaştırıyordu.Üç gece üst üste devlet erkanına ve davetlilere  verilen ziyafetler haricinde halk için her gece binlerce tabak pilav ve 100 dana çevrildi.

Müstakbel III Mehmet olan şehzade 7 Temmuz günü sünnet edildi ,kesilen parça altın bir tabakta annesine ,bıçak ise büyükannesine gönderildi.

Sünneti gerçekleştiren sünnetçi 3000 altın sikke,altın bir kase ve ibrik ,otuz boy kumaş ve sultanın kızlarından biri ile evlendirilmek suretiyle ödüllendirildi.

Sonunda sultan 22 temmuzda saraya döndü ve kutlamaların uzaması yüzünden 55 gün sefer ertelenmişti.

Burada ki en ilginç durumlardan biri yine bu kutlamalar esnasında gerçekleşen bir olaydır.Aynı şehirde iki tezatı yansıtmaktadır.Kutlamalar sırasındaki kullanılan ve alışıldık bir süs olan tel ve  balmumundan yapılmış hurma ağacı maketi olan Nahil di.Değerli taşlar ,meyveler ,çiçekler ve aynalarla süslenen nahiller bereket sembolü olarak kabul edilir ve boyları 22 metreye kadar yükselirdi.1582 yılındaki bu düğünden bir hafta önce beş adet dev boyutta 360 adette küçük ve orta boy nahil şehirde gezdirildi.Dar sokaklardan geçmek sorun olduğunda  birçok evin yıkılması yoluna gidildi.sarayın görkemi şehrin dokusundan önce gelmişti.)

–                                   

15-)En çok personele sahip Kilisenin olduğunu;

(612 yılında Bulunduğu yıl ititbarı ile dünyadaki en görkemli hristiyan mabedi olan Ayasofya sadece mimari ihtişamı ile değil tedarik ettiği dini hizmetler açısındanda göz kamaştırıyordu.O tarihlerde dünyadaki birçok kilisede çok özel dini günler dışında cemmaat olarak 500 kişinin biraraya gelmesi büyük bir olay olarak görülmekteydi.Ayasofya ise geçiçi din görevlisi ziyaretçileri dışında kadrolu 600  personeli ile  hizmetlerinide kendisi gibi mükemmel icra ediyordu.

Görevlilerin sayısal dağılımı:

80 Rahip

150 Diyakoz

40 Kadın Diyakoz ( ilk basamak ) 

70 alt diyakoz

150 Okuyucu

25 koro üyesi 

65 hizmetli)

16-) İlk Mason Locası

(Bilinen ilk mason locası Clavel’in ünlü “Historie Pittoresque de la Franc Maçonerie” adlı eserine göre Türkiye’deki ilk mason locası 1738 ‘de İstanbul’un Karaköy semtinde kurulmuştur.İlk mustakil binada bugün Karaköyde yer alan ve halen Ziraat Bankası olarak kullanılan binadır.Üzerinde masonik semboller olan binada ayrıca Hiram Usta ve Dul kadını temsil eden iki heykelde halen  mevcuttur.)

17-)En uzun münzevi yaşamın İstanbul’da olduğunu;

(Keşişlik ve çilecilik akımlarının Suriye’den başlayıp istanbul’a ulaşması ile çilecilik dindar olan toplum üzerinde etkili olmaya başlamış ve bu yolda ilerleyenler halk gözünde aziz olarak ilgi görmüştür.İlk başlarda mağaraya çekilerek dünyevi yaşamdan kendini soyutlayan bu öğreti Simeon isimli bir şahsın mağarda değil halkın gözü önünde diktiği bir sutun üzerinde üç yıl yaşamasıyla stylitos ( sutun üzerinde yaşayanlar) olarak popüler oldu.Bu şahısların en meşhuru İstanbulda yaşayan Danyal dır.453 yılında 33 yaşında iken mese caddesi üzerinde bir sutuna çıkan danyal 83 yaşında ölene kadar bu sutun üzerinde yaşamıştır.)

18-)İlk saç sakal kavgası yapıldığını;

(V. ve V YY larda erkekler roma geleneğine uygun şaçlarını kısa kestirir ve traşlı gezerlerdi.Sadece felsefecilerin küçük bir sakalı olurdu.Buna karşın Jüstinyen yönetimi altında Maviler bir protesto gösterisi olarak sakal ve bıyık bıraktılar ve bu durum yavaş yavaş bir moda haline geldi sonunda ilk sakallı imparator olan IV Konstantinde bu modaya uydu.İmparatorun sakal bırakması halk arasında bu modayı daha ileri götürdü ve erkekler bigudilerle uyuyup,saçlarını lüle ve bukle yapmaya başladılar.Bazen göğüse kadar bu lüleler kiliseyi rahatsız etmeye başladı ve 741 yılında tahta geçen İmparator V.Konstantin şehirde yaşayan herkesin traş olmasını zorunlu kılan bir yasa çıkardı.Daha sonraki yıllarda  (829) tahta geçen teophilos kendisi dazlak olmasından dolayı orduda görevli herkesin saç ve sakal traşı olmasını zorunlu kıldı dahasonraki yıllarda bu uygulama mahkumlar ile askerler ayırt edilemeyeceği için kaldırıldı.)

19-) Dünya müziğine bir hediye olan zillerin ilk İstanbul’da üretildiğini;

(İstanbul’un bu kadar kültürel etkisinin yanında pekde bilinmeyen bir özelliği ise Dünya müziği tarihine yaptığı olağanüstü katkıdır.1618 yılında İstanbul’da yaşayan ve bakır,gümüş ve çeşitlialaşımları karıştırarak altın üretmeye çalışan bir simyacı olan Avedis.yaptığı döküm çalışmaları neticesinde bulduğu alaşımları incelterek olağanüstü tınısı olan bir şekil oluşturmuş ve bu ürünü mehteran başına sunmuştur.Ogüne kadar sadece cevgenler ile oluşan tiz sesler bir anda zillerin katılımı ile çok büyük etki yapmış ve avedis’e bu katkısından dolayı sultan II Osman tarafından zildjian soyadı verilmiş daha sonra 1623’de IV Murat kendisini saraya alıp üretim yapması içinde Samatya’da bir atölye kurdurmuştur.Yavaş yavaş mehteran sayesinde halkın ilgisini ve beğenisini kazanan ziller her tür müzikte kullanılmaya başlanmış olup,batı Müzüği ile tanışması ise 1680 yılında Nikolaus Strunks adlı bir alman bestecisinin operasında kullanılmasıyla başlamıştır.ancak gerçek tanışma Osmanlı müziğinden çok etkilenen dahi besteci Mozart sayesinde olmuş ve temasıda Osmnalı olan Saraydan kız kaçırma operasını uvertüründen sonuna kadar ziller ustaca kullanılmıştır.Bugün tüm dünyada hangi tür müzik olursa olsun askeri bandodan rock orkestrasına,senfoni orkestrasından ,oryantale kadar kullanılan zillerin halen  %90’nı ve en kalitelileri eski zildjian yöntemi ile İstanbul’da üretilmekte olup.Zildjian,Bosphorus ve Istanbul markaları ile tüm dünyaya ihraç edilmektedir.)

20-)EN tahrip edilen şehir olduğunu;

(Bugün sokaklarında doşan iki insanın karşılaştığında memleket neresi sorusuna herhangi birinin İstanbul dediğinde diğerinin hayır esas memleket yada baba memleketi neresi diyerek  İstanbul’luluğu bir kimlik olarak kabul etmeyen bir zihniyet içerisinde tarihin bahşettiği olağanüstü coğrafyası,kültürel zenginliği,tarihi eserleri ile kent kültürü konusunda dünyaya örnek olan İstanbul !!!!

Sahipleri tarafından en tahrip edilen ,en değeri bilinmeyen ve en çok hor görülen yeryüzü şehri ünvanını uzun süredir elinde bulundurmakta ve daha uzun yıllarda bulunduracak gibi görünmektedir.)

21)Kariye müzesi(Kilisesi)nin Osmanlı’daki adının “Kilise Camii” olduğunu ve bu adın dünyada bir ilk olduğunu;

 

                  Nereden bilecektim.

                  Üstadın  dediği gibi; “İçmeden durulmuyor bu şehirde”  otur ve dinle  ne yaparsın.

                  Bey’in  gayrimeşru oğlunun alemlerinden mi neden , Peraya Beyoğlu dendiğini 

 

          Gene dalmışım.Aklım Sirkeci-Karaköy iskelelerinin yapımına takıldı. Hani Osmanlı’nın yapamayıp başkalarına yaptırttığı. Kimdi bu Düyun u Umumiyeyi yönetenler,buna da değinmeden olmaz Çinili Rıhtım Hanı anlatmak.       *********

Un Rothschild qui n’est pas riche, pas juif, pas philanthrope, pas banquier, pas travailleur et qui ne mène pas un certain train de vie, n’est pas un véritable Rothschild. (Edmond de Rothschild)

Bir Rothschild; zengin, musevi, banker ve hayata yön veren bir işadamı değilse, gerçek bir Rothschild değildir. (Edmond de Rothschild)  . 

Rio Tinto ismi yabancı değil, dünyada daha çok çevre katili olarak anılıyor. Kısaca Rio Tinto, 200 milyar dolarlık bir şirket, yaklaşık yarısının sahibi UK asıllı.

Rothschild ailesi 16. yüzyıldan beri Avrupa’nın en köklü ailelerinden biri. Bankacılık ve finans piyasasında neredeyse her büyük şirketin ardında bu aileden biri var. Pek tabii ki Rothschild ailesi Musevi kökenli.

İki büyük dünya savaşını da bu ailenin çıkardığı söyleniyor. Şaka gibi ama gerçek.

Bu aile son 250 yıldır dünyanın en güçlü odağı, şu anki servetleri 10 triyon dolar civarında. 

Yeni dünya düzenini daha detaylı inceleyebilmek için, para ve gücün simgesi olan Rothchild parantezini açalım .

1770’lerde açılan bu parantezi, ne yazık ki, insanlık tarihi bir daha kapatamadı.

Kahramanımızın adı Mayer Amschel Mauer. 1743 de Frankfurt’ta Yahudi bir kuyumcunun oğlu olarak doğdu.Şirketin kapısında babasını asmış olduğu çiftbaşlı Roma kartalı taşıyan kızıl kalkan o kadar bilindik bir hale geldiki, herkes tarafından zum roten schild yani Rothchild (Kızık Kalkan) ismiyle anılmaya başlayınca , soyadını ROTHCHİLD olarak değiştirdi.

İşte Rothchild hanedanı böyle doğdu.

Mayer Amschel Bauer, 1773 yılında, kendi düşüncelerine yakın bulduğu zengin Yahudi banker aileleri Franfurt’taki malikanesinde bi,r araya getirip “güçlerimizi birleştirirsek dünyayı yönetiriz” görüşüne ikna etti. İşte  global Elitin doğuşu da   böyle oldu.

Mayer Amschel Rothchild  (1743-1812) Frankfurt’ta bankerlik işleri yaparken, Frankfurt Beşlisi  diye bilinen oğulları Avrupa’nın çeşitli ülkelerine yerleşip, o ülkelerin vatandaşı oldular;

*Amscel Mayer (1773-1855)Frankfurt’ta kaldı.

*Solomon Mayer (1774-1855) Viyana’ya taşındı.

*James Jacob Mayer (1792-1868) Paris’e

*Kalmann Mayer (1788-1855) Napoli’ye,

*Nathan Mayer (1777-1836) Londra’ya yerleşti. Hanedanın bugünkü haline gelmesindeki en büyük pay sahibi olan Nathan Mayer ailenin de kontrol merkezi oldu.

Mayer Rothchild’in inanılmaz yükselişinde, uluslar arası aile bağlarına dayanarak, herkesten önce bilgi sahibi olması en büyük etken oldu. Avrupa içerisindeki aile yazışmalarını gizlemek için, Almancayı İbrani harfleri ile yani Judendeutsch ile yazdı.

The New Encyclopedia Britannica bakın ne yazıyor Rothchild için “…Mayer’in iş yaşamında izleyeceği yöntem şöyle olacaktı; Güç sahibi ailelerle iş yapmak ve ailenin yurt dışındaki çok sayıda işlerini yönetmek için , mümkün olduğunca çok çocuk sahibi olmak…”

Mayer sadece aile içinde değil, yakın çevresindeki diğer Banker komşularıyla da yakın ilişkiler kurdu. 1785 yılına soyunu Kral süleyman’a dayandıran Schiff ailesi ile Frankfurt’ta aynı işyerini paylaşıyordu.Bu evde doğan Jacob Schiff daha sonra Amerika’ya yerleşip Kuhn Loep & Company şirketinde çalışmaya başladı ve Salomon Loeb’in kızı ile evlendi.Bunun arkasından Yahudi bankerler arasında pek çok benzer evlilikler yapıldı, böylece para ve güç hep aynı kapalı çevre içinde kaldı ve büyüdü.

Amerika’da J.P.Morgan’ı finanse ederek kendine bağlı bir dev haline gelmesini sağladı. HSBC, Royal Bank of Scotland, J.P.Morgan Chase, De Beers , Rio Tinto,  ING Group ve Aviva şirketlerini kontrol altına aldı. Rockefeller efsanesinin oluşmasını finanse ederek, halen Citigroup, Standart Oil, Exxon-Mobil, Chevron gibi şirketleri de kontrolunda tutmakta.

19.asır Rothschild’lerin dünya ekonomisini eline geçirdiği asır oldu.Asıl güç ve ün kazanmaları, Napolyon’un İngiltere ile yaptığı 1815  Waterloo savaşı ile başladı. Savaşta Napolyon’un kaybettiği haberini ilk olarak Rothschild’lar öğrendi.Ama Nathan Rothschild sanki Napolyon kazanmış gibi, Londra borsasında elinde bulunan  bütün hisseleri satmaya başladı.Herkes onları izleyerek hisselerini düşük fiyatla satmaya başlayınca , Nathan, el altından bu hisseleri toplattı.Ertesi, gün Napolyon’un savaşı kaybettiği haberi gelince  hisseler inanılmaz şekilde değer kazandı. Rothschild’ler bu atak sayesinde nerdeyse bir gecede büyük bir servet ve güç kazanmış oldu. Bu güç onların İngiltere Merkez Bankasını 1949 yılına kadar yönetmelerinin önünü açtı.

Avrupa’da birçok hükümeti borçla haraca bağlayan Rothschild’lar, Afyon Savaşları sayesinde Uzakdoğu ile tanıştı. İngiltere ile Çin arasında afyon ticareti yüzünden çıkan savaşta, Lord Rothschild İngiliz ordusunu finanse etti. Çin’in yenilgisi ile biten savaşın ardından Rothschild ailesi  bu finansman desteğine karşılık İngiliz hakimiyetine geçen, Hong Kong’un kontrolünü eline geçirdi.

Burada kurdukları Hong Kong Shangai Banking Corporation yani HSBC ile bölgede sadece para kontrolü değil, aynı zamanda afyon ticareti de tekellerine geçmiş oldu.

Nathan Mayer  Rothschild’ın, 1815 yılında şu sözler dünya ekonomi politiğinde önemli bir köşe taşı oldu; “Güneş batmayan İmparatorluğu yöneten İngiltere tahtında, hangi kuklanın oturduğu beni ilgilendirmiyor. Britanya’nın para arzını kontrol eden kimse Britanya İmparatorluğunu da yönetir, ve …ben para arzını yönetiyorum..”

 

Çökertmeden çıktım Halilim aman başım dumanlı. Nerden nereye. Hiç aklıma gelmezdi bir paralellik olacağı, nasıl mı;

 Reji idaresinden de kısaca bahsederek başlamamız gerek. 1883 yılında Düyun-u Umumiye Komisyonu tütün tekelini özel bir Alman-Fransız Reji şirketine verdi.Şirket Komisyona her yıl 75 Milyon Kuruş ödeyecekti. Reji idaresinin sahibi yine Rothchild ailesi idi. Bu idare tütün eken Türk çiftçisinin emeğinin karşılığını vermeden elinden zorla alarak tütün tarımını ele geçirmiş ve buradan ekmek yiyen birçok insanı çok zor durumda bırakmıştır. Özel KOLCU birlikleri ile imparatorluk içinde imparatorluk kurulmuştu..1883’ten 4 Mart 1925 yılına kadar 42 yıl boyunca tütün üreticisinin korkulu rüyası olan bu şirket kendisini dinlemeyenlerin korkulu rüyası olmuştur. Reji şirketinde çalışanlar çok yüksek maaşlar almakta idi. Bu paraları ise Osmanlı ödemekte idi. Reji bu zorbalık için Kolcu’lar oluşturmuş ve bunlara çok yüksek maaşlar vermiştir. Elindeki tütünü rejiye vermeyip kaçak satmaya kalkan köylülere ve bunlara yardımcı olanlara, en modern silahlarla donatılmış ve katil ve eşkiyalardan seçilen bu kolcular her yıl bin’e (Ortalama 40 bin olduğu söylenir)yakın insan öldürmekte idi. Bodrum yöresinde tütünü İstanköy’de sattıran köylülere kaçakçılık yaparak destek olan Halil Efe’nin kolcular tarafından yakalanarak acımasızca öldürülmesi üzerine Bodrum halkı yasa bürünmüştür. 

“Çökertmeden çıktım halilim aman başım dumanlı” işte bu türkü ağıt olarak, kolcular tarafından tuzağa düşürülerek öldürülen  Halil efe için yazılmıştır. 

Karaköy iskelesinde simitçiler vardır. Meşhur olmalarının gerekçesi fırının yakın olması nedeniyle sıcak simit bulunmasıdır. Öşletin çıkıp Ramazan’ın büfesinde bi çayla gayet keyifli olurdu simit. Karşıya bakarsın Galata köprüsü oluk oluk insan araç kalabalığı. Yeni cami de burdayım der. Süleymaniye el sallar sana, Ayasofya asıl ben burdayım diye seslenir adeta.Aklına gelir Bizans, Ayasofya, Hipodrom, Venedik San Marco meydanına kaçırılmış atlarıyla Hipodrom ve Bizans sarayı. Bi bakalım Bizans ta durumlar nasıl;

Latinler Andronikos’un hükümeti zamanında İstanbul’dan uzak kaldılar. Ancak İmparator İsaakios Angelos (1185-1203)  zamanında İstanbul ile olan ilişkilerini yinelemek arzusunu gösterdiler.(1192). Bizanslılar, Bulgarlar ve Ulahlarla savaştıkları zamanlarda Cenevizliler ve Pizalılar eski imtiyazlarını tekrar elde etmeyi başarmışlardır. Böylece eski çarşı ve iskelelerini almışlardır.

1198 yılında , yani III. Aleksios  hükümeti, kardeşi İsaakios’dan  aldığının 3. Senesi, korsanlıkların artması üzerine, Bizanslılarla Cenevizliler arasında ihtilaf ve kent içerisinde karışıklıklar olsa da İmparator eski anlaşmaları uygulamaya koymuştur.(1199)

Cenevizliler III. Aleksios ile iyi geçinerek imtiyazlarını düzeltmeye uğraşırken,  İstanbul’da Latinlerle Rumlar arasındaki kargaşa devam etmekte ve Cenevizlilerin atakları sonuçsuz kalmaktaydı. O sırada (1202) tarihinde  İsaakios Angelos’un gözleri oyularak oğlu ile birlikte hapse atılmıştır.  Oğlu olan IV. Aleksios Hapisten kaçarak Almanya ve İtalya’ya başvurarak Haçlıları İstanbul üzerine çevirmeye ve birçok teklifte bulunarak babasının tekrar tahta geçirmeye çalışmıştır.

Venedik Doj’u Enrico Dandolo İstanbul üzerine yürüdü, İstanbul zaptedildi. Kentin birçok yerleri yakılarak hapisteki İsaaikos Angelos oğlu IV. Aleksios ile birlikte tahta çıkarıldı. III. Aleksios kentten kaçtı. Latinler vaadi nedeniyle İsaakios’dan çok şeyler bekliyorlardı. Halk ise İsaakios ve oğlunun düşmanla ittifakı nedeniyle nefret ediyorlardı. Sonunda bir ihtilal oldu ve Aleksios Dukas Murzuphle, İsaakios ve  oğlu IV. Aleksios’u öldürerek tahta çıktı. Himaye ettikleri İmparatorla oğlunun ölümü üzerine Venedikliler tarafından teşvik edilen Latinler İstanbul’u kuşattılar.  Bir süre devam eden çatışmalardan sonra Latinler 8 Nisan 1204 yılında İstanbul’u zaptettiler ve Flandre kontu Baudoin’i imparator olarak atadılar.

İşte 56 sene cıvarında süren Bizans Latin İmparatorluğu bu şekilde başladı.

Latinlerin İstanbul’u fethi üzerine Latin kolonilerinin ticari durumları ve politikaları doğal olarak değişti. Hatta birçok Emirler ve Beyler bir kısım yerleri alarak Bizans ülkesine bağlı Prenslikler kurdular. İmparatorun nüfuzu bu durum nedeniyle Bizanslıların entrikalarına maruz kalmaya hazır durumdaydı.

Venedikliler kentlere ve sahillere yerleşiyorlar, böylece Venedik ticaretine kaynak sağlamakla uğraşıyorlardı. Fakat sürekli devam eden mezhep çatışmaları ve ihtilaller Rum Kilisesinin İmparatorun idaresi altına geçmesine olanak sağlayamıyordu.

Diğer taraftan İznik’e çekilen Rum İmparatoru Theodoros Laskaris iktidarını burada sürdürüyor ve sürekli olarak Latinleri rahatsız ediyordu

Latinlerle İznik hükümeti arasında çeşitli çatışmalar oldu.Rumların tüm emelleri eski Bizans İmparatorluğunu kurmak ve İstanbul’u Latinlerin elinden kurtarmak olması nedeniyle, şehir halkı da İznik hükümetine yardımdan geri kalmıyordu.Sonunda İznik’de iktidarda olan XIII.Mikhail Palaiogolos  1260 yılında ordusunu, Strategopoulos kumandasında İstanbul önüne gönderdi ve İstanbul’u kuşattı.

Kuşatma öncelikle Galata şimdiki Karaköy Kurşunlu Mahzen önlerinden başladı. Bu yöre Venediklilerin denetiminde ve galata kalesi olan şimdi olmayan Karaköy’de idi. Galata o zamanlar ufak bir alandı. İstanbul yönünün darlığı nedeniyle Venedik ve latinler bu alanda yerleşmişlerdi. Frenk-Venedikli fethi sırasında tarafsız kalan Cenevizliler Mikhail’in başarı olasılığını düşünerek, elde etmiş oldukları menfaatleri kaybetmek korkusuyla , İznik İmparatoru ile gizli bir anlaşma yaptılar. 13 Mayıs 1261 tarihinde aktedilen bu anlaşma gereği, İstanbul’u tekrar zaptedip  Bizans-Rum Kayzerliğini kurması için kendisine yardımları karşılığında, İmparator siyasi ve ekonomik menfaatler temin edecek ve bir çok imtiyazlar alacaklardı.

İmparatorun vaatleri; yerleşmelerine ayrılacak birçok arazi, saraylar, kiliseler, özellikle Venediklilerin “Sainte Marie” kilisesi.

Çatışmalar her taraftan devam ettiği sırada Rumlar, Latinlerin zayıf duruma düştüklerini kanaat getirir getirmez hemen kapıları açtılar ve Mikhail’in askerleri 25 Temmuz 1261 günü şehre girdiler.İmparator’da yirmi gün sonra, yani 14.Ağustos günü şehre girerek ecdadının tahtına oturdu.Bu olayla sırasında Pizalılar da Cenevizliler gibi geleceği düşünüp hiçbir şeye karışmamışlar, Venediklilere yardım etmemişlerdir.Pizalılar kendi çarşı ve hanlarına çekilerek sonucu beklemişlerdir.

Cenevizliler İmparatora yaptıkları yardımlar sonucu büyük imtiyazlara kavuşmuşlardır. İmparator, Cenevizlilere “Heraclea de Thracse” yi verdiği gibi, Haliç’in Kuzey kıyısında olan ve o zamana dek Bizans şehrinin 13. Dairesi denilen Galata köyünü tamamen kendilerine vermiştir.İmparator böylece ileride şehir içinde olabilecek müdahale ve olumsuzlukların önüne geçmeyi hedeflemiştir.

Tarafsız olan Pizalılar da diğer kalan Venedikliler gibi şehrin içinde kalma iznini almışlardır.

İmparator bir gün Batı’ya muhtaç olur korkusu ile Latinleri tamamen gücendirmek istemiyordu. Bunların birbirlerini çekememeleri nedeniyle aralarındaki çekişmeler, İmparatorun işine geldiğinden, güvenemediği Cenevizlilere karşı diğer cemaatlerle denge kurma politikasını izlemekteydi.

Galata’ya yerleşen Cenevizliler Cenevizliler artık küçük kentlerini sağlamlaştırmaya çalışmaya başladılar.

Mikhail ise gerek içteki sorunlar ve anlaşmazlıklar gerekse doğuda ortaya çıkan yeni düşmanlar nedeniyle, iktidarını zayıf gördüğünden Papa’nın yardımlarına doğru yönünü çevirmişti.Hatta 1273 yılında doğu ve batı kiliselerinin birleştirilmesi yönüne kadar gidilmişti. Fakat bunun akabinde İstanbul yine karıştı. Rumluk ve Latinlik sorunu birçok anlaşmazlığa neden oldu. Hatta Bizanslılarla Cenevizlilerin bile arası açıldı.

Mikhail’den sonra tahta geçen oğlu II. Anronikos Palaiologos , Roma kilisesi ile doğu kilisesinin birleştirilmesi fikrinden vazgeçmekle, Blakharnea sarayında bir Ruhbanlar meclisi toplamış ve alınan karar sonucu kiliseler birbirlerinden ilişkilerini kesmişlerdir.

Cenevizliler gerek Rumların Latinlere karşı olan husumetleri gerekse Frank, Slav ve Türk korsanlarıyla Venediklilerin günden düne artan husumetlerinden endişeye düşerek yerleştikleri Galata şehrinin savunulabilir bir hale gelmesi için bir surla çevrilmesini düşünüyorlardı.

Gerçi Venedikliler, kendi yerlerini, mahallelerini, çarşılarını ve kiliselerini işgal eden Cenevizlilere karşı kin ve garazlarını daha fazla saklayamayarak 1296 senesinde 75 gemiden oluşan  ve Morosini  adındaki Amiralin  kumandasında olan Venedik donanması Galata önüne gelerek, Galatanın büyük bölümünü yakmıştır. Galata trafında oturan halk dağ tarafından ve Kağıthane üstlerinden alacakları eşyalarını alarak, İstanbul surları içlerine kaçmışlardır. Venedik donanması şehri yakıp yıktıktan sonra çekilmiştir. Bu olayın arkasında  İstanbul tarafında bulunan Cenevizliler de bu bölgedeki Venediklileri katletmişlerdir.

Bu olay üzerine Cenevizliler  Galata’nın düşmana karşı savunması için çevresini hendekle çevirmelerine karşın, imparatorun  izni olmadığı için surla çeviremiyorlardı. 1303 senesinde Venediklilerle Bizanslılar arasındaki çatışma üzerine  Venedik donanması  İustiniani komutasında İstanbul önüne geldiği zaman  Cenevizlilerin tarafsız ve daha çok Bizans yanlısı davranması sonucunda İmparatordan bir ferman aldılar. Ceneviz şehri olan Galata böylece hendekle çevrildi. Galata’lılar sınırı büyülttüler ve hendekleri genişleterek mancınık  ve sapan    gibi savaş araçlarıyla tahkim ettiler.

Hazır açılmışken Gümrüklere tekrar geri dönerek Sarı Çinili Rıhtım hanı daha iyi tanımamıza neden olacak Gümrüklerin dünü ve bugünü, Bizans, Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti geçişlerine kısa bir göz atmamız vacip oldu;

Dün derken; Cumhuriyetten önceki en yakın devletimiz olan Osmanlı İmparatorluğu’ndan başlamak lazım. Osmanlılar da Gümrüklerin mevcudiyeti ancak imparatorluktan sonra gözlenmeye başladı. Önemi ise meşrutiyetle öğrenildi. Bunun sebebi de (kolayca anlaşılabileceği gibi), Meşrutiyet döneminde eşitlik, hak, adalet adı altında toplumsal düzenlemeler önde gözükmekte ise de; aslında Osmanlı yurdunda alış verişte bulunan yabancılara gümrüklerde tanınan haklar ve Osmanlı’ya verilen borçların tahsilinde gümrüklerin  kullanılmasıdır.

Nasıl oldu fetihten sonra Gümrüklerin düzenlenmesi;

1461 yılına ait “İstanbul ve Galata Gümrüğü Kanunnamesi”nde;

“…şimdiki halde İstanbul ve Galata gümriğin dutan fulan Dergah-ı Mu’allâma gelûb yasakname taleb etdûkleri sebebden…iş bu hûkm-i hûmayunı verdim;

1.ve buyurdum ki, Frenk’den ve Ceneviz’den gemi gelüb meta’ın gemiden taşra çıkarursa, gerek satsun, gerek satmasun, yüz akçede dört akçe gümrik alına veyahud gemiden gemiye koyacak olursa dahi yüz akçeden dört akçe alına,

7. ve bir gemi gelüb gitse deniz yüzünden onun gibiden nesne alınmaya. Ve Firenk ve sair gebran (Farsça Hıristiyan demektir) ki, haraçgüzar olmaya, onlardan yüz akçede beş akçe gümrük ala, ziyade bir akçe almaya,

şöyle bileler…”

Burada İstanbul’daki haraçgüzarların özel durumu belirtilirken; dolaylı olarak fetihin nasıl olduğu da anlatılıyordu.

6.madde de o günlerin İstanbul’unun durumunu da çok hoş anlatmakta idi.

“6.ve deniz yüzünden gelen Menavise sûcisinden (Mora adasında şarap üretim merkezinin adı- o dönemde Venediklilerin kontrolundadır) gayri ne kadar süci (şarap) gelirse, gerek içmek icün ve gerek satmak icün, taşra çıkardukdan sonra her medrede (altı okka olan kap) bir akçe gümrük ala. Amma Menuse sûcisinden evvelden olub-gelmis adet üzre her fıçıdan altmış yedi akçe gümruk ala ve liman resmi dahl olub-gelen adet üzre ala”

Diyor, Müslüman veya Hıristiyan ayrı ayrı değerlendiriliyor, yine Venediklilere imtiyaz veriyordu.

1476 yılında gümrük işleri ilerliyor ve İstanbul Gümrügi Kanunnamesi (Surut-i Gümruk-i İstanbul hükmi sureti 880-1476) yayınlanıyor. Bu kez haraçgüzar olmayan Firenk’ten (Fransa’dan gelen Fransız tüccardan) gümrük vergisi isteniyor ve şöyle deniliyordu.

“1.Şol şart ile ki; Venedik’den ve Ceneviz’den ve gayrından ki, gelûb meta-ı mezkur yerlerden taşra çıkaracak olursa, gerek satsun gerek satmasun, haraçgüzar olmayan Frenk’den ve sairi kafirlerden yüz akçede beş akçe gumruk alına.

2.Eğer gemiden gemiye koyacak olurlarsa bu vechile haraçgüzar olmayandan yüz akçede beş akçe gumruk alına ve müslimandan yüz akçede dört akçe gümrük alına”

9.maddede daha önce Mora’dan gelen şarap için her fıçıda altmışyedi akçe gümrük alınırken, bu kez “liman resmi dahi her fucıdan oniki akçe gumruk alına” hükmü ekleniyordu.

Aynı yıl “Kanunname-i Gumruk-i Gallat-ı İstanbul ve Galata” çıkarılınca, bu kez Gümrük Kanunu’na ilk cezayı konuluyordu.

“Şol şartla ki;

3.ve gemi resileri, amil desturunsuz gemilerden taşra davar ve meta çıkarmayalar ve taşradan gemilerine davar ve meta koydurmayalar. Her’kim amilden uğurlayın taşradan davar koyub ya icerüden çıkaracak olursa ki, buluna, davarların ve metaların alub, beglik edüb reisünün burnuna kıl gecürub, sehri gezdireler”

Artık Gümrük mevzuatı oluşuyor ve Devletin yönetim kanunnamelerinden sonra önemli kanunnamelerin en başında yer alıyordu. Aynı kanunnamede diğer milletler de taviz koparmaya başlıyordu.

“5.ve Müslümanlar ve Ermeniler ve Yahudiler ve gayrilar, sira vaktinde bağlarından, sire geturüp mezkur amile danışmadın arabadan indirmeyeler. Eğer arabadan indürub evlerine  koyalar ki, buluna, onun gibi edenleri dutub haklarından geleler. Ve sıredan satandan ve çıkarandan her medrede (altı okka alan şarap kabı, yaklaşık 10,256 litre) bir akçede alına.”

Hoş değil mi? Yabancıları, daha doğrusu gayri müslümleri artık birlikte yaşayacağı kişiler gibi görmeye başlayınca, yani devlet imparatorluk olunca, gümrük fark edilmeye başlanmış, İslam dini gereği Müslüman tüccar ile diğerini yani (haraçgüzar) kafiri ayırmak gerektiği hususu şeriatla hükme bağlanmış ise de, imparatorluk olunca şeriata rağmen diğerleri (haraçgüzar olmayan kafir) için de gümrük kuralları oluşturulmak gerekmişti. Din bir yana, ticaret bir yana ayrılmıştı.

Sanki, Hitit’lerin Akad’lı tüccarları “Karum” dedikleri Anadolu ticaret şehirlerinde kontrol, gözetim ve vergilendirmeleri gibi, Osmanlı’da kumaş, kalay, kurşun, esir köle, tuz gibi ülke için stratejik malları da devletin hükmü altında tutarak gümrüklerde eşya giriş çıkışı düzene konulmuştu.

Fatih, ilk teşviği de uygulayan kişi biliyor musunuz? Herkesten vergi alırken “köylerde her ne satılsa, bac (vergi) yoktur” diye ferman buyurmuştu.

Önce adı yenilik, reform şeklinde anlatılsa dahi, Tanzimat, (“yeniden düzenlemeler” demekti) 3 Kasım 1939’da başlayan Gulhane Hatt-ı Humâyu’nu (veya Tanzimat Fermanı) ile başlayan bu dönem; (1876-1878 yılları arasındaki) I.Meşrutiyet, (1878-1909 yılları arasındaki) II.Abdülhamit dönemi ve (1908’den 1920’e kadar ki dönemde) II.Meşrutiyeti olmak üzere 1839’dan 1920’ye kadar devam eden dönem oldu. Eşitlik ve adalet kavramları öne sürülerek, perde arkasında yabancıların ekonomik gümrükler de, tavizleri, hakları,sahneye konuluyor, Devlet yıkılmaya, parçalanmaya sürükleniyordu.

1956 gayrimüslimler için Islahat Fermanı’nın hazırlanması,

1976 Kanun-i Esasiye’nin kabulü ve meclisin açılması,

1894-1895 hukuk, idari yapı ve mali yapının gayri müslümler için Avrupa normlarında düzenlemesi,

Özellikle Hollanda ve Fransızların etkisiyle yapılırken; Osmanlı’yı borçlandırma sonrasında bu borçların tahsilinin düzenlenmesi ve bu tahsilat için de gümrüklere yabancılara el konulmasının (Duyün-u Umumiye) bu dönemin içine saklanmış olduğu yıllar sonra anlaşılacaktı.

İstanbul’un fethiyle, Devletin muhasebe ve hesapları Bizans Devlet usülleriyle kayda alınmaya başlanırken ve daha önce Türk’e ait haplar Sultan’a ait idi. Yönetimin yeniden yapılandırılmasıyla, devlet kurumsal hale getirilerek her şey kayıt altına alınmaya başlandı. Bizans’tan öğrendikleriyle bu yöntem tanzimata kadar kopyalama ile sürüp geldi, İngilizlerle 1838 ticaret anlaşmasına kadar da böyle devam etti. 

Avrupa için Osmanlı o zaman da iyi pazardı. Devletin eğitim yetersizliğinden dolayı Devletçi ekonomisi artık yeterli gelmiyordu. Osmanlı’ya Kırım Savaşı’yla birlikte borç para verilmişti, bu para da bir şekilde kazancı ile geri alınmalıydı. Kırım Savaşı ve ekonominin kötüleşmesi ile ithalatımız arttı, yerli küçük işletmelerimiz iflas etti. Osmanlı’nın en kazançlı alanları yabancıların eline geçti. (Özelleştirme ve günümüzdeki dış borçlanma ve sıcak para gibi) Borç tahsilatının yapılabileceği en kolay yer gümrüklerdi. Hazineye elini sokamayan, İngiliz ve Fransızlar bu kez Hollandalı danışmanların arkasına saklanarak gelirleri kontrol etmeye başladılar.

Borçlarımızı borçla ödüyorduk, Dolmabahçe, Yıldız ve Çırağan Sarayları’nı bu borç paralar ile, yokluk ve yoksulluk döneminde yaptık.

Bu işlerin kontrol ve gözaltında olması gerekiyordu, Gümrüklerin gelirleri kontrol altında tutulmalıydı. Tanzimat fermanı işte böyle gizli hesaplarla hazırlandı.

Her şeyi kurallara bağlanmalıydı ki, bu büyük borç tahsil edilebilmeliydi, Kanunname-i Ticaret 1850’de hazırlandı.

Ardından Islahat fermanı 1856’da hazırlandı. Maliye Nazırlığı bünyesinde 1861’de Rusumet Emirliği kuruldu.

Daha önce, Gümrük gelirleri “iltizam” veya “emanet” usulü ile toplanıyordu. İltizam usulünde gümrük idaresi açık arttırma ile 1-3 yıl süreli Mültezimlere ihale edilirken, emanet usulünde gümrük eminleri vasıtasıyla kg, baş, adet üzerinden (spesifik) belirlenen vergi tahsil edilerek, hazine hesabına alınıyordu. Mültezimlerden gelen şikayet ve alınan vergilerin kayba uğraması nedeniyle, Tanzimat Fermanı ile iltizam usulü 1840’da kaldırıldı, 1841’de yeniden konuldu, 1857’de tekrar kaldırıldı. 1959’da taşra gümrük eminlikleri, hazineden ayrılarak İstanbul Gümrük Emirliği’ne bağlandı. 1861’de Rüsamat Eminliği kurulunca tamamen emanet usulüne dönüldü. İlk rusumat Emini KANİ Paşa oldu.

Osmanlı’nın “merdiven muhasebe yöntemi” ile firmaların kârlılığı tespit edilemiyor, ne olup bittiğini yabancılar anlayamıyordu. Derhal Düyun-u Umumiye’nin önerisiyle muhasebede “çift yönlü kayıt” yöntemi getirildi. Hemen ardından 1838’de Maliye Nazırlığı teşkilatlandırıldı. Önce Maliye Bakanlığı’nda, sonra diğer Bakanlıklar da teftiş heyetleri kuruldu. Maliye’nin en önemli bölümü hazine idi, sonra gümrük gelmekte idi. Bu örgütlenme devletin işlemlerini  düzenlemek ve denetlemek için gibi gösteriliyordu. Ama bu perdenin arkasından, kimin denetlenmek istenildiğini, siz kolayca anlıyorsunuz.

II.Meşrutiyet ile; 1909’da çıkarılan nizamname ile Rusumet Eminliği’nin kaldırılarak tekrar Maliye’ye bağlanması, gümrüklerde gemilerin beyanname ve manifesto vermeye başlaması, 1911’de Avrupa’ya eğitim için gümrük personeli gönderilmesi, Avrupa’da 1854’de başlatılan eşya tarifesi çalışmasına Osmanlı’da 1916’da başlanılması ve uygulamaya konulması bize bu perde arkasını gösteriyordu.

Üretmeden tüketen Osmanlı’nın çöküşü çok doğaldı, ilk kanunnamelerin düzenlendiği madenler ve gümrüklerin önemi ortada idi, hemen yabancıların eline geçti, ekonomi bozuldu, ardından ülke siyaseten parçalandı ve yalnızca Anadolu, Türkiye Cumhuriyeti elimizde kaldı.

11 Nisan 1918’de ilk Gümrük Kanunname ve Nizamnamesini hazırladığımızda.fark ettik, ama geç kalmıştık, yabancıların gümrükleri ve madenleri ele geçirmelerinin nedenlerini geç anlamıştık, 

Şimdi tekrar geri dönelim;

İlk gümrük tavizleri uygulamaları ve ayrıcalıkları 3 Kasım 1839 tarihli Gülhan Hatt-ı Hümayunu veya bildiğimiz adıyla Tanzimat Fermanı ile oldu. Yabancılarla uluslararası ticaret artık güvence altında idi, dikkat edin, artık gümrük idareleri yabancıların güvenliği için organize ediliyordu. Borç ödemesi için gümrük vergilerimizin tahsilatını da onlar yapar olmuştu. Gümrük İdaresinin başına, sahil ve sınırlara Düyunu-Umumiye kendi adamlarını gümrükçü diye oturtulmuştu.

1838 tarihli İngiltere ile ticaret anlaşması yine  Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa’nın zorlamasıydı. İngilizler de, Fransız ve İtalyanların Osmanlı’daki imtiyazlarından yararlanmak istiyordu. Sonra İngiliz tüccar, yerli tüccar gibi vergi ödemeye başladı. Yani yabancıya verilen güvenceden sonra, şimdi müslümanlarla eşit vergilendirme hakkına sıra gelmişti, sırada vergi vermeme  hakkı gelecekti. Önce gemileri öncelik aldılar, ardından ticari anlaşmalar geldi, 1861 tarihli  ticari anlaşmalarla Fransızlar da bu çok özel taviz ve imtiyazlardan yararlanmaya başladı. Biri diğerine örnek oldu, diğeri ötekini emsal aldı.

İngilizlere, Fransızlara tavizler verdik ya; vergimiz ve dolayısıyla gelirimiz azalmaya başlayınca, gümrük vergilerindeki miktar, oran arttırıldı. Osmanlı ilginç bir sonuçla karşılaştı, o güne kadar ülkede görülmeyen oranda kaçakçılık arttı. Rusumet Eminliği bünyesinde Gümrük Muhafaza Teşkilat kuruldu, daha önce mültezimlerin emrinde olan bu korumalar, devletin memuru haline getirildi.

1838 İngiliz-Osmanlı ticaret anlaşmasıyla baş, kg, adet (spesifik) vergilendirme yerine ithalatta %5, ihracatta %12 vergi (advalorem-değer üzerinden) alınmaya başladı. Doğruydu, içeriden mal gitmesin isteniyordu, dışarıdan da mal fazla gelsin düşünülüyordu, çünkü sanayi ve üretim çok düşüktü, yok denecek kadar az idi.

1861’de Fransızlarla yeni ticaret anlaşması düzenlendiğinde ithalat %5’den %8’e çıkarılırken, ihracat’ta %12’den  %8’e indirildi, ayrıca her yıl ihracatın (%1) oranında vergisi azaltıldı.

1889 yılına kadar bu anlaşmalar sürdü, bu arada (28 yılda) ithalat vergisi %8’den %11’e kadar çıkarıldı. Bunun anlamı verilmiş borcun daha hızlı ve kolay tahsil edilmesi olduğunu anladınız.

Sonuçta, vergilerimiz azaldı, bu kez daha fazla borçlanmaya başladık. Kırım Savaşı’na borçla girdik. Sonra borçlarımızı ödeyemedik, Düyunu Umumiye bunun için kuruldu. 24 Ağustos 1854’de başlayan bu borçlanmamız genç Türkiye Cumhuriyeti’nin borcu oldu. Lozan Anlaşması’na konularak, 25 Mayıs 1954 tarihine kadar ödendi, ödendi, ödendi. Borçları ödememiz tam 100 yıl sürdü.

Tanzimat ve Islahat Fermanları’ndan  sonra ilk yapılan işlem hasta adamın Avrupa Hıristiyan kökenli siyasi, ticari ve hukuki kurallarını Müslüman topluma uygulamak ve ticaret yapanlara güvence ve rahatlık sağlama olmuştu. Müslümana demokratik ortam hazırlanıyor gibi gösterilerek, ülkeyi sömürmek için rahat ve huzurlu bir ortam hazırlanıyordu. (AB müzakere süreci, insanın aklına geliyor değil mi?)

……….&…………

Gümrük vergileri, Gümrük Eminleri vasıtasıyla emanet usulü adıyla alınıyordu. İltizam yani kayırma da belli gruplara uygulanıyordu. Bazen maktu vergi de alınıyordu, “yılda şu kadar vergi” denilerek veya “şu kadar kilo mal” denilerek ayni olarak da alınıyordu. Ceza olarak ta, ya mal beylik ediliyor (el konuluyor) veya vergisi iki katı alınıyordu, tüccar veya kaptan şehirde teşhir ediliyor, dayak atılıyor, sakalı kesiliyor veya hapsediliyordu.

Osmanlı’nın güçlü olduğu dönemde gümrük mevzuatı Abdülmecit’e kadar kanunnameler ile böyle düzenlendi ve ihtiyaca göre geliştirildi.

Gördük ki; gümrükler elden gidince, sessizce ülke de bitiyormuş.

Hani, Osmanlı’ya 1853 Kırım savaşı’nda İngiltere vasıtasıyla 3.000.000 sterlin ve sonra 5.500.000 altın lira borç verdiren, Mısır’dan gelecek vergi gelirlerini, Suriye ve İzmir gümrüklerinin gelirlerini teminat isteyen Bay Rothschild vardı ya! Hatırladınız mı? Sultan II.Abdülhamit’e gidip “Kudüs şehrinin, Filistin’in, Suriye’nin ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nin yeni kurulacak olan Yahudi devletine verilmesi karşılığında Osmanlı Devleti’nin tüm dış borcunu silme ve Balkanlarda, Afrika’da kaybettikleri topraklarını geri verme” teklifini yapmıştı ya, işte o adam Amerika Birleşik Devletlerini temsil ederek konuşuyormuş, mağrur ve gururlu Osmanlı padişahı Büyükhan II.Abdülhamit, bu kısa boylu adamı küçümsemiş, ülkesinin parçalanmasına ve Kurtuluş Savaşı sonrasında yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasına neden olacağını bilmeden, onu huzurdan kovmuştu ya, bilmiyordu ki, huzurdan kovduğu Rothschild’in arkasında Rockfeller, JP Morgan, Paul Worrburg ve Jacom Schift aileleri yani Amerika vardı.

İşte o Amerika, diğer borç veren sömürgeci devletlerle birlikte gümrüklerden tahsil edemediği paralarını tahsil için tüm işletme ve madenleri ele geçirmesine rağmen, bu kez de, borç verdiği paraları için İngiliz, Fransız ve İtalyan ile arkasına durduğu Yunanlı’ları Anadolu’ya dört koldan saldırttı. Biz onları tarihte saldırgan, sömürgeci ülkeler olarak, I. Dünya Savaşı’nın itilaf devletleri olarak öğrendik, ama gelenler öyle değildi. Gelenler borç verdikleri paraları geri alamadıkları için şimdi bu toprakları elde etmeye plan ve program yapıyorlardı.

Borçlarımızı ödeyemedik diye paylaşılan ülkemiz toprakları, müthiş bir Kurtuluş Savaşı mücadelesi ile 1919 ve 1922 arasında kanlı ve büyük bedellerle korunmuş, Türkiye Cumhuriyeti’nin varlığı ancak 1924’den sonra Lozan Antlaşmasıyla kabul edilmiştir. Borçların geri ödenmesinin kabul edilip imzalanmasıyla, 24 Ağustos 1854 yılından başlayan borçlanma ile alınan borç paraların ödenme taahhüdüyle yeni devlet kurulması 1920’de kabul görmüş, 25 Mayıs 1954 yılına kadar borçlarımız ödene ödene zor bitirilebilmiştir.

Cumhuriyet tarihinde gümrüklerin ne kadar önemli olduğunu anlayabilmek için, şimdi Cumhuriyet dönemimizin güç koşullarına bakalım : Günümüzü anlatacağımız “BUGÜN” başlığında yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin gümrüklerinin teşkilatlandırılmasını, Lozan Anlaşması’yla Osmanlı borçlarını ödemeyi taahhüt edişini, gümrük ve inhisarların gelirlerini toplayarak bunları yabancı alacaklılara geri ödeyecek olan Osmanlı Bankası yerine, Gümrük ve İnhisarlar Vekaleti’nin kuruluşunu, sonra da bu bakanlığın borç ödemesini tamamlayışını, önce geliri toplayan, borcu geri ödeyen bu Bakanlığın görev değiştirerek, ülke kalkınması ve demiryolu inşasına katkılarını, Avrupa ile uyumlu çalışma sonrasında birliğe dahil olmakta gayretlerini, bu dönemde görev ve görevsizlik süreçlerini, Maliye’nin içinde bir dönem kayboluşunu, bir dönem Müsteşarlık olarak AB’ye uyum sağlama çalışmaları ile uğraşmasını, 12 Eylül 1980 ve 11 Eylül 2001 olaylarıyla ekonomik güç dengelerini yeniden düzenlediğini sizlere hatırlatmak isteyeceğim. 

Şimdi, Osmanlı’nın bu borcunu nasıl yaptığını? Nasıl Devletin iflas ettiğini? Parasız pulsuz Anadolu’nun yoksul halkının muhteşem zaferine göz atalım. Sonra bu borçları geri ödemek için görevlendirilen gümrüklere ve gümrük politikalarını değerlendirelim :

Kurtuluş Savaşı’na girerken, savaş stokları yoktur, halk ve asker için, gıda, pamuklu ve yün iplik yoktur, ancak küçük atölyeler ve ev ekonomileri ile giyecek temin edilebilmektedir. 1919 yılında, İstanbul’da memur maaşları ödenemez durumdadır. Osmanlı Bankası ile 3.000.000 lira ek borçlanma yapılıp, birikmiş maaşlar ödenebilmektedir. Bütçe açığı 94.509.235 Osmanlı lirasıdır.

Gümrüklerin ve İnhisarların gelirleri 1881 yılından bu yana Düyun-u Umumiye’ye bırakılmıştır. 1854 Kırım savaşı’yla borçlanma başlamıştır. 1874 yılına kadar 15 kez borçlanma gerçekleştirilmiş, ancak bir sonraki alınan borç ile en yakın borç ve faiz ödemesi kapatıldığından, 127.000.000 Osmanlı lirası alınan borç, 239.000.000 lira haline gelmiştir. Buna rağmen 1875 yılı bütçesi gelirleri 25.000.000 iken, yalnızca dış borç taksidi 13.000.000, dalgalı borçlar ise 17.000.000 liradır. Böyle olunca 30.000.000 dış borç ödemesinde Devlet hiçbir şey yapmaz hale gelmiştir. 6 Ekim 1875’de Osmanlı Devleti iflas etmiştir. 1875’den 1881 yılına kadar hiçbir dış borç ödemesi yapılamamıştır. Artık yabancı alacaklıların gözü Anadolu toprağındadır. Anlayacağınız 1875’den 1915’e kadar borç verenler 40 yıl zor sabretmişlerdir.

Düyun-u Umumiye-i Osmaniye Varidatı Muhasasa İdaresi, İngiliz, Hollanda, Fransa, Almanya, Avusturya, İtalya ve Osmanlı Devleti temsilcileri ile kurulmuş, Osmanlı Bankası’nın yönetimine bırakılmıştır. Rusumat Umum Müdür ve İnhisarlar Umum Müdürlüklerinin tüm gelirleri bu idareye teslim edilmiştir. Yönetimde Fransa %40, İngiltere %29, Holanda %7,6, Almanya %4,7, İtalya %2,6, Avusturya %0,9 ve Osmanlı %7,9, diğer ülkeler %7,3 pay almakta idiler.

1919’da savaş kaçakları ve terhis edilen ordunun boşta gezen askerleri kaçakçılığın artmasına neden olduğundan, halk, reji idaresinin kolcusu ve bu kaçak ve kaçakçılar arasında kırılıp geçmekte idi. Düyun-u Umumiye’nin Reji İdaresi devletin tek hakimi olmuştu. Yokluk içinde büyüyen kaçakçılar ile reji idaresi arasında kalan halkın 20.000 kişisi bu çatışmalarda ölmüştür.

Osmanlı’nın borcunun ertelenmesi veya ödenmemesi gerekiyordu ama, milli mücadele için de acele para lazımdı. Balıkesir kongresinde (26-30 Temmuz 1919) Teşkilat-ı Maliye ve Levazım Kurulları kuruldu. Aşar ambarlarındaki ürünlere el konuldu. Nazilli Kongresi 08.08.1919 Heyet-i Milliye örgütü kuruldu, bu örgüt ayni ve nakdi teberrü toplamaya başladı. Alaşehir Kongresi’nde ise, 16-25 Ağustos 1919 ordu için mali kaynaklar aranmaya başladı. Hasılat-ı Milliye Talimatnamesi hazırlandı.

Kuvay-i Milliye Isparta, Burdur, Aydın derken, Ege dışına doğru Gebze, Şile, Kartal, Beykoz, Kocaeli, Adapazarı, Bilecik ile gelişti ve Anadolu’ya yayıldı. Ayni ve nakdi bağışlar, Hâl (Oktruva), mezbaha ve Pazar resimleri ile belediye gelirleri arttırılarak, savaş için yeni mali kaynaklar arandı. Ancak yoksulların savaşının en önemli geliri, aşar’a el konulması ile Osmanlı ve Ziraat Bankaları’nın personel giderleri dışında tüm gelirinin Heyet-i Temsiliye adına Mustafa Kemal’in imzaladığı tamim ile devralınması oldu. Bu bankaların Anadolu’daki şubeleri vasıtasıyla Düyun-u Umumiye ve Reji İdarelerinin İstanbul’a para göndermeleri engellendi.

Meclisin ilk Maliye Nazırı Hakkı Behiç Bey, Düyun-u Umumiye İdaresi’nin Ankara Mümessili Ali Cevat Bey’i makamına davet ederek; “Biz savaş halindeyiz. Vergileri yine siz toplayın, bize verin, yönetim masrafınızı içinden alın, sulh olunca hesaplaşırız” dedi ve Düyun-u Umumiye bu teklifi kabul edip, savaş sonrası yabancı alacakların ödenmesini garanti altına alınca, tüm geliri Heyet-i Temsiliye’ye aktarmaya başladı. Bu mutabakat yoksul ülkenin artık zafer kazanacağının ilk göstergesiydi. Yeni Türk devleti Anadolu’da kurulacaktı.

Yeni Türkiye Cumhuriyeti, bu güç durumda savaş anında dahi en büyük gelir kaynağının Rusumat ve inhisarlar Umum Müdürlüğü olduğunu görmüştü. Savaş yıllarında transit eşyasının gümrük vergisini 5 misli, depolardaki ardiye ücretini 10 misli artış yaptı. Altın ve gümüşe el koydu. Kömür ihracatında tonda 3 lira vergi koydu. İhracat mallarında kilo ve adet üzerinde yeni vergiler oluşturdu. Damga vergisini 3 kat arttırdı. Sigara kağıdı, kibrit, oyun kağıdına zam yaptı. Depolardaki Aşar’a el konulduğundan, mültezimlerin devlete olan borçlarını hemen ödemeleri halinde, gecikme faizlerini affetti.

Bütün bu tedbir ve düzenlemelere rağmen Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk bütçesi (1920) 28.02.1921’de kabul edildi. Gelir 51.388.626 lira, gider 63.018.350 lira idi. Açık 11.629.732 lira olmuştu. Bu açık Osmanlı Bankası’ndan geçici avans alınarak bütçe denklenecekti. Düyun-u Umumiye’ye 7.680.696.-TL borç ödemesi de buna dahil idi.

Aşar gelirinin 13.641.079 lira

Gümrük vergisi  10.361.221 lira

Hayvan vergisi          5.783.586 lira

Tekel gelirleri  4.738.244 lira dikkate alınınca, bu dört kalemin toplam 34.524.130 lira ile tüm gelirin (51.388.626 liranın) %67’sini teşkil etmekte idi. Şimdi bir daha hatırlayın! 19.05.1919’da (bir yıl önce) Osmanlı’nın dış borcu 303.700.000 lira idi ve yeni devletin tüm geliri ise sadece 51.388.626 lira kadar idi.

• Halk istenen malları devlete verecek ise (ayni vergi),

• Tüccar ve halk elindeki mamül veya yarı mamül malların %40’nı devlete sonra ileride bedeli ödenmek üzere verecek ise (veresiye satış),

• Halk elindeki taşıt ile orduya ait malzemeyi parasız taşıyacak ise (hizmet vergisi),

• Halk elinde bulunan silah ve cephaneyi orduya verecek ise (müsadere uygulaması),

• Ülkeyi terk edenlerin tüm malları orduya teslim edilecekse (Medeni yasa)

• Sanat erbabı verilen mal ve malzemeyi üretmekle görevlendirilecek ise, 

      Osmanlı ve Ziraat Bankası’nın borç ertelemesi yapmasında artık eli mecburdu ve yaptılar.

Bu emirler Ankara’da yayınlanan “Hakimiyet-i Milliye” Gazetesi’nde yayınlanıyor, 11.09.1920 tarihli 21 sayılı İstiklal Mahkemeleri’nin kuruluşuna dair “Firariler Hakkında Kanun”un hemen yanında yayınlanıyordu. Bu emirlerle gelirler doğru toplanınca ve dış borç ertelenince, savaşmak mümkün hale gelecekti.

Bunun yanında, 21 Temmuz 1914’de ilan edilen Osmanlı’nın genel seferberliğinin devam ettiği 8 Haziran 1920 günlü ve 24 sayılı kararname ile yayınlandı. Osmanlı dış borçlanması ve faizleri ile taksit ödemeleri tamamen durdurulmuş oldu. Düyun-u Umumiye’ye borç ödemelerinin sonra yapılacağı taahhüt edilince, toplanan gelirlerine de el konulabildi.

Sevr’de İngiliz, Fransız ve İtalyan temsilcilerinden oluşan Maliye Komisyonu bütçeyi hazırlayacak, Düyun-u Umumiye (genel borçlar) idaresi ve Osmanlı Bankası ile anlaşarak Türkiye’nin para işlerini düzenleyecek ve düzeltecek olduğu ve gelirleri toplayacak olan Gümrüklerin de, Maliye komisyonunca yönetileceği kararlaştırılmıştı. Savaş sonunda ise, Mart 1921’de yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin komisyona müdahil olacağı, Mart 1922’de ise Maliye Komisyonu’ndan vazgeçileceği, İtilaf devletlerine olan savaştan önceki borçların ve aşırı olmayan bir tazminatın ödenmesinin de Türk hakimiyetine bırakılacağı, Mustafa Kemal tarafından Nutuk’ta anlatılırken; savaştan önceki Düyun-u Umumiye Komisyonu’nun olduğu gibi bırakılacağı, bir tasfiye komisyonu kurulacağı da ifade ediliyordu, ancak Lozan Anlaşması’nda 24 Temmuz 1923’de bağlayıcı tüm bu hükümler kaldırıldı, 24 Ağustos 1923’de Meclis’te onaylandı. Yeni Cumhuriyet kendi iradesiyle borçları ödeyecekti. Savaş sonunda 5 yıl ödeme yapılmayarak, 1931’de itibaren ödemeler başladı.

Gümrükler, Kurtuluş Savaşı’nın kazanılmasına nasıl yardımcı oldu? Onu gördük.

Mustafa Kemal için, Gümrükler ve İnhisarlar, neden yeni Cumhuriyette çok önemliydi, biliyor musunuz? Düyun-u Umumiye’nin görevini üstlenen borç ödemelerini takip eden Osmanlı Bankası, yapılan anlaşma ile savaş sonrasında ödenmek üzere topladığı vergileri Kuvayi Milliye’ye yani milli mücadeleye teslim ediyordu. Buna karşılık yeni Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Osmanlı Devleti’nin borcunu üstlenmiş ve reddetmeyeceğini taahhüt etmişti ya; savaş bittiğinde Lozan’da da bu anlaşma resmiyet kazanmıştı. Lozan Anlaşması’na bağlı ek ticaret anlaşmasına göre, anlaşmanın yürürlüğe giriş tarihinden itibaren 5(beş) yıllık süre sonunda kararları 1929’da uygulamaya başlayacaktı, bu beş yıl içinde gümrük resimlerini arttırmayacaktık. Ancak, 1933 yılında çıkarılan 2255 sayılı kanunla vergiler arttırılmaya başlanabilecekti.

1923’den itibaren 9 yıl sonra 1931’de inhisar örgütü dağıtılmadan, dış borç ödemesinin, İnhisarlar Umum Müdürlüğü vasıtasıyla yapılması kararlaştırılmıştı. Yeter ki, savaş sırasında Düyun-u Umumiye’nin net tahsilatı milli mücadeleye aktarılsın idi. Maliye Bakanlığı bünyesinde iki ana gelir kaynağı vardı, biri hazine ve hazinenin içinde gümrükler, diğeri de inhisarlar idi. Cumhuriyet, Devlet gelirinin %13-15’ini toplayan gümrükler ile (Bursa, Erzurum, Tokat, Diyarbakır, Edirne- Osmanlı’da Bağdat, Şam, Halep, Belgrad-kara gümrükleri ile İstanbul, İzmir, Mersin, Trabzon, Samsun ve Ereğli limanları) yine gelirin %18-20’sini toplayan inhisarları (tuz, tütün, tömbeki, barut, ispirto ve içki, afyon, posta, telgraf, çay, kahve, sigara kağıdı, oyun kağıdı, sıhhi ilaçlar, kibrit, şeker, av fişekleri) borç ödemesi için ayrılmıştı. Hem gelirin %35 dış borca gidecek, hem de artan kısmı ile demiryolu yapılacaktı.

Savaş sonrası hem bu ödemeler takip edilmeli, hem dünyanın yaşadığı ekonomik kriz, gümrük ve inhisarlar vasıtasıyla kolayca atlatılabilmeli idi. Ayrıca yoksulluğu önlemek için istihdam yaratılmalıydı, bunun yanında yatırımlar bu gelirlerle mümkün olmalıydı. 

Tarihte benzersiz bir iş yapılıyordu. Belirli iş için, belirli gelir ayrılıyordu. Bunu da Gümrük ve İnhisarlar Vekaleti gerçekleştirecekti. Bu nedenle 1909’da kaldırılan Rüsumat Emaneti, Maliye Nazırlığı’nda, Rüsumat Umum Müdürlüğü olarak görevini 22 yıl devam ettirmişken; Rusumat Umum Müdürlüğü 1660 sayılı kanun ile inhisar idare ve işletmeleri de 29.03.1932 günlü 1989 sayılı kanunla Maliye Bakanlığı’ndan alınarak Gümrük ve İnhisarlar Vekaletine bağlandı.

Bu nedenle; Gümrük ve İnhisarlar Vekaleti Cumhuriyetin en önemli Bakanlığı konumuna gelmişti, düşünün savaş sonunda halk öyle fakir ve muhtaç idi ki, halka ekmek vermek için 1918-1919’da Osmanlı Devleti 3.000.000.-TL borçlanmıştı. Osmanlı’nın hazine ve gelirini takip eden muhteşem Maliye Nazırlığı’nın protokoldeki sırası ise, bu dönemde bazen 8nci-9ncu sırada bazen de sondan ikinci, bazen de üçüncü sırada idi, çünkü fakir toplumdan toplanacak geliri olmayınca, Bakanlığın da önemi yoktu.

Mustafa Kemal’in 1923-1931 liberal döneminden sonra, 1929-1930 ekonomik kriz ve büyümeye başlayan Almanya ve İtalya’nın yeni siyaseti ile Devletçi dönemi başladı. (1931-1939) Gümrük ve İnhisarlar vekaleti de en ihtişamlı ve güçlü dönemini 1931-1939 devletçi döneminde yaşadı. 

1939-1945 yılları arası İkinci Dünya Savaşı yıllarıydı, herkes ve her ülke için en güç günlerdi. Gümrük ve İnhisarlar Vekaleti ülkenin ayakta kalabilmesi ve ekonomik bağımsızlığın sağlanması için yine en önemli ve en öncelikli Bakanlıktı. Bu Bakanlık; savaş sonrası Dünya ekonomik krizini Türkiye’nin en az zararla geçiştirmesini sağlayacaktı. 

Şimdi anlatabildim mi Sarı Çinili Rıhtım Hanın neleri simgelediğini.

Fazla uzaklara gittik galiba. Hala dışarıyı seyrediyorum .İstanbul’un işgali, Harrington kupası, Fenerbahçenin galibiyeti, Cumhuriyetin ilanı ve Yeni bir Türkiye Cumhuriyeti.

Cumhuriyetin ilanından sonra Rothschild ailesinden alınarak Devlete verilen rıhtımlar kaderin garip cilvesi olsa gerek, yıllar sonra özelleştirilerek, gene kaderin bir cilvesi olsa gerek bir Yahudi ailesine verilecekti…Neyse vazgeçildi ve izin olmadığı halde Türk firmalarına verildi.

Ama bu kez Gümrüğün anıtsal binası ve geçmişi olarak değil basit bir “Hotel” olarak  görülecek ve anılardan siliniverecek. Karaköy (Karay köy)de yerleşik Karaim yani Karay Yahudileri tahmil ve tahliye işlerini Tophane’de yaparlarken, Michel (Mişel) Paşa Galata rıhtımını yapmak için çok uğraştı. Devreye Londralı işadamı Bay Rothschild girdi. Sirkeci ve Galata’daki rıhtım, hanlar ve antrepolar yapıldı. Borçlar daha da çoğaldı ve katlandı. İşte sarı Çinili Rıhtım Han . Yeni binalar, saraylar, tramvay, şehre gelen elektrik, her şey güzel gözüküyordu, batıyorduk. 

(Aklınıza bu kez double yollar, limanlar, havaalanları, saraylar, metrolar, HES’ler geliyor değil mi?)

II. Abdülhamit’e kadar sessiz sedasız her şey iyi gözüküyor veya gösteriliyordu. Anlayacağınız, İstanbul bize pahalıya patlamıştı.

Devlet; artık Osmanlı’nın haraçgüzarlarını bırakmış ve yabancılara da topraklarını açmıştır. 

(Özelleştirme, ödenemeyen dış borçlarla yabancılaşan yerli şirketler, sıfırlanan gümrük vergileri mi aklınıza geliyor?)

Türkiye Cumhuriyetine kadar, yönetim ve dolayısıyla gümrükler Devletin kontrol ve iradesinden çıkarılmış, zımnen devlet sömürgecilere bağımlı hale getirilmişti.

Bu arada, Osmanlı’dan batı’ya başınızı çevirip baktığınızda, Avrupa’da gümrükler için, eşya kotlanıyor ve sistematiğe bağlanıyor, eşya tarif edilmeye başlanıyordu. İlk çalışma Belçika’da 1831’de başladı. 1854’de ilk gümrük tarifesi oluşturuldu. Avusturya, Macaristan ilk uygulayan devletti. Fransa onu izledi, Avrupa’nın ortak tarifesi 1869’da Lahey’de konuşuldu. 1872’de Saint Petersborg’da bir daha konuşuldu, onu Budapeşte izledi ve Paris’te, Washington’da gelişti. İlk ortak tarife 1891’de uygulandı. Almanya, Avusturya, Macaristan, İtalya, Belçika, İsviçre, Sırbistan, Romanya ilkler arasında yer aldı.

Bundan sonra sıra gümrük birliğinde idi. İlk fikir 1828’de Prusya’nın diğer Alman Devletleriyle ilişkisinden doğmuştu. Lüksemburg buna katıldı. Bulgaristan-Sırbistan Birliği 1905’de, Belçika-Lüksemburg Birliği 1921’de sağlandı. 

Osmanlı’nın son günlerinde 11 Nisan 1918 tarihli ilk derli toplu Gümrük Kanunu ve Nizamnameler hazırlanmıştı. İlk kez  bu kanunla ihracat, transit, aktarma, ambarlar, kaçak ve hilenin cezası, deniz, kara işlemleri, sahipsiz eşya, eşyanın içeriye alınışı anlatılmaya, herkes için kurallar konulmaya başlandı. Ancak geç kalmıştık, hem ülke, hem gümrükler gitmişti.

Ancak, Mustafa Kemal ve Cumhuriyet ile birlikte, gümrüklere sahip çıkıldı. Dün yaşananları bilenler; Gümrüklerin tam bağımsız devletin sembolü olduğunu anladılar ve bugünlere gelindi.

Fazla derinlere girdik galiba..

Biraz da 78-79 lara Çinili Rıhtım Han ve Teftiş Kurulu anılrdan birer anı eklesek iyi olur sanırım. 

Yeni Müfettiş olmuşum aradan sanırım 6 ay falan geçmiş. İktidarlar değişip duruyor. İşler çok. Ortam gereği Müfettişler derneği kurulması gündemde. Daha önceki dernek 12 Mart kararlarıyla kapatılmış. İşlemler bitti “Gümrük ve Tekel Bakanlığı Müfettişleri Derneği” kuruldu.Bir süre sonrada siyasette 11 ler olayı oldu ve yeni bir koalisyon kuruldu. Yeni Bakanımız Mataracı.  Ortalık karışık.Yolsuzluk iddaları var, sırada Gümrükler Başmüdürü Oktay Ergül abimiz. Sanırım demir ticaretinde yolsuzluk da Mataracı’nı adı medyada geçiyor. Mataracı Oktay Beyi açığa aldı. O arada ben dernek başkanı olarak seçildim. Teftiş Kurulu Başkanı ile aramız yok.  Teftiş kurulunun Müşavir Müfettişleri Oktay beyi severler. Biz de öyle , ayrıca Müfettiş kökenli sahip çıkmamız gerekiyor. Çeşitli vesilelerle Baknla görüşmeler ayarlanıyor, Bakana eleştiriler getiriliyor ama sonuç yok. Biz de bir muhtıra hazırladık Bakana karşı çoğunluk imzaladı ve muhtıra iletildi.  Birden Bakan beyin Dernek Başkanı olmam hasebiyle sempati ve ilgisi arttı. Gece Atilla Koruyan o sırada Çaykur Genel Müdürü, Bakanla beraber geceleyin “ Mustafa Bakan seni istiyor” der. Hadii giyin, Makam arabası gelir. Ben Kurtuluş’ta çatı katı kiralık bir dairedeyim. Gelen araba Makam arabası, dikkat çekiyor tabi.

Neyse Otelin Kral dairesi, oda kalabalık kimler yok ki. Bakan hoş geldin Müfettişim falan..Atilla abiya sordum , ne iş.

Valla ben de bilmiyorum tutturdu Mustafa beyi çağırın diye.

Ortada bişey yok birileri ile tanıştık sonra da döndük.

Aradan bir süre geçti, Rahmetli M.Ali Devecioğlu, İhsan Akın, Celal Erel gibi kıdemliler Bakandan randevu almışlar ve Tekel Unkapanı Genel Müdürlük binasında buluşacaklar. Akıllarına gelmiş olacak kii bi dernek başkanı var onu da çağıralım..Olur dedim.

Toplantı odası büyük bir masa ve dizildik. Bakan geldi oturdu, hoş beş, çeşitli konular neyse konuya geldik.

Oktay beyin durumu, Merttir, namusludur, bilgilidir, hata yapmış olabilir bu seferlik affedilsin vs vs .konuşmalar uzadıkça nuh deyip peygamber demiyor Mataracı.Ben sadece dinliyorum  Bi ara sessizlik oldu ve benden bir çıkış. 

Sayın Bakanım Oktay bey üstadımızdır. Ona her açıdan güvenimiz sonsuzdur. Üstatlar da belirttiler ama ortalık siyasi anlamda karışık, yarın bu olayla ilgili hesap verebilirsiniz,gibi birşeyler söylerken masa altından ayağıma darbeler geliyordu.Nasıl konuşuyorsun diye. Mataracı toplantıyı bitirdi, yavaş yavaş çıkıyoruz, tam ben çıkarken Bakandan;

Mustafa sen kal dediğini duydum.

Ulan 55 kiloyuz maşallah Bakan iri yarı, artı deli dolu.

-Bu yaptığıın seninin gibi delikanlıya yakışır mı, demez mi.

Hayırdır sayın Bakanım nooldu dedim

Yahu bu kadar İstanbul’a gelip gidiyoruz dernek olarak bi toplantı yapıp bir yemek düzenlemez mi insan.

Haydaaa.

Derhal sayın bakanım ben hallederim tarihleri size bildiririm dedim.tokalaştık ve çıktım. Tabi üstatlar beni bekliyor heyecanla, Noldu ne istedi heyecanlanmışlar.

Gülmeye başlayarak durumu anlattım.

Tabi bir sorun vardı. Hem muhtıra ver hem de yemek ver..

Uzun uğraşılardan sonra, kimsenin giremeyeceği Galatasaray adasını dostla sayesinde kapattık.Günü belirtmek ve Müfettişleri çağırma Teftiş Kurulu Başkanının yetkisinde. Bakana durumu ilettim. 

Sana yetkiyi veriyorum Başkana emrim olduğunu söyle dedi de ben arada kaldım.

Neyse alıştırarak durumu izah ettim ve şu tarihte Müfettişler toplanacak talimatını verdirdik Ama Başkan Necati beye bu olayın oluşumunu adanın kıyısında Bakanı beklerken 5-6 kez izah etmek zorunda kaldım

Yemek kazasız belasız bitti. Medya da bunu duyamadı..

Ama faydası Müfettişlere silah taşıma izni ile Denetim elemanlarına fazla mesai verilmesi Maliyecileri engellemelerine karşın Mataracı sayesinde devamlı olarak çıkarılmış oldu.

Dünyada bütün kentler meydanları ile ünlüdür. Yerleşik toplumun ve medeniyetin simgeleridir meydanlar. Bu da taaa agoralardan gelir sanırım. İnsanların toplandığı ve fikirlerini söylediği yerler. Zamanla kentlerin güzellik ve anıtsal yerleri olarak konumlarını almışlardır. İstanbul’da artı meydan da kalmadı. Güzelim Taksim meydanı da  bir mermer yığını haline getirildi ve de toplanmak yasak.

 Bunun yanında dünyada Kentler, tarihi olma özellikleri nedeniyle işlevi ile simgelenmiş binaları ile tanınır. Yıllarca Gümrük Başmüdürlüğü – Sarı Çinili Rıhtım Han, yapıldığından bu yana özdeş hale gelmiştir. Turizm literatüründe de Gümrük Binası anons edilegelmiştir. Gemiyle İstanbul’u ziyarete gelen her turistin kamerasında Gümrük Binası- Sarı Çinili Rıhtım han olarak albümlerinde yerini alırken, artık hayallerde kalacak.

Pekii nasıl oldu da ne uğruna ortadan kaldırıldı değer verdiğimiz ve anılarımızın yaşadığı ve yaşayacağını umduğumuz Çinili Rıhtım Han.

Tarih:24.06.2004

Karar no:2004/48

Özelleştirme İdaresi Başkanlığı’nın 18.05.2004 tarih ve 4613 sayılı yazısına istinaden;

1)Salıpazarı Liman Tesisleri içinde yer alan, Mülkiyeti Maliye hazinesine ait olup Gümrük Müsteşarlığına (İstanbul Gümrükleri Başmüdürlüğü) tahsis edilen, İstanbul ili, Beyoğlu İlçesi, Kemankeş Mahallesi Rıhtım Caddesi, 112 pafta, 78 ada, 4 parselde bulunan Çinili Han’ın özelleştirme kapsam ve programına alınmasına;

2)Çinili Han’a ilişkin yapılacak her türlü uygulama öncesi İstanbul 1 numaralı Kültür ve Tabiat varlıklarını koruma Kurulundan izin alınması ve bu hususta tapu kaydına şerh düşülmesi koşuluyla, Çinili Han’ın özelleştirme kapsam ve programında bulunan Türkiye Denizcilik İşletmeleri AŞ’ne devredilmesine KARAR VERİLMİŞTİR….

İki sütun üzerine kapkara puntolarla yok ediliş fermanı. 

Butik otel olarak renksiz ve sarısız bilmem ne otel adı yazılarak (Mutlaka yabancı bir isim olacak) sıradanlaşacak ve geriye bıraktığı anıları unutmuş olarak göğsünü kabartarak sürdürdüğü yaşamını, kişiliğini ve özgürlüğünü yitirmiş insanlar gibi dışlanmış bir köle gibi, boynu bükük bir şekilde unutulup gidecektir.

İşte böyle Kültür varlıklarımızı koruyacağız.

İşte bu şekilde Gümrük Camiasının son  anıtsal kalesi de böylece çökecek, Gümrük tarihinin son sayfası da güz güllerinin son yaprağı gibi toprağa düşecektir.

Hoşça kal diyemiyorum, Sarı Çinili Rıhtım Han, diyemiyorum…

Ancak anılarımızda yaşayacaksın artık…

Mustafa ÖZSÖNMEZ  

Nisan 2018

KAYNAKÇA;

*Osmanlı belgelerinde Gümrük (Gümrük ve Ticaret Bakanlığı)

*Edmondo deAmics (İstanbul) Kültür Bakanlığı;

*Celal Esat Arseven (Eski İstanbul), Abidat ve Menabisi;

*George Armstrong (Rothschild, Para İmparatorluğu;(Petek yayn.)

*Celal Esat Arseven;(Galata ve binalar) Çelik Gülersoy, İst.Kütüphanesi.

*İlber Ortaylıİstabbul’dan sayfalar)Hil yayınları.